İzleyiciler

Çin'de İslamiyetin 1350 Yılı



TARİHÎ verileri masaya koyduğumuzda, şaşırtıcı gerçeklerle karşılaşmak
an meselesidir. İslâm’ın doğuşunu temsil eden Peygamber’in Medine’ye hicreti (622) ile İstanbul’un fethi (1453) arasında yaklaşık 8,5 asırlık bir zaman dilimi var. Fakat İslâm’a çok uzak kaldığını düşündüğümüz Çin’in İslâm’la tanışması, Peygamber’in Medine’ye hicretinin sadece 29 sene sonrasına tekabül ediyor.

Bunun anlamı şu: Onbeşinci yüzyılın en azından ilk yarısında İstanbul’da bir tek camii yokken, Uzakdoğu’da Çin’in Guangzhou liman şehrinde 651 yılında ilk camii çoktan ibadete açılmıştı bile.

Bu nasıl olmuş, İslâm’ı Çinlilere kim tanıtmış, ilk Müslümanlar oraya nasıl gitmişler diye merak ediyorsanız, gerçekten de değişik ve ilginç bir öykü bu. Ama bu öykünün Çinliler tarafındaki versiyonu ile bizdeki arasında bazı farklar da yok değil.

İlk tanışma nasıl gerçekleşti?

ÖNCE Çinli tarih kayıtlarını ele alalım. Bu kayıtlara göre, Müslümanlar Çin’e Habeşistan’dan geldi. Habeşistan ilk Müslümanlardan bazılarının Mekke’deki Kureyşlilerin işkencelerinden kaçıp sığındıkları bir ülkeydi. O mülteci grubu içinde Peygamber Efendimizin kızı Rukiye, kocası Osman bin Affan, Sad bin Ebi Vakkas ve daha pek çok tanınmış Sahabi vardı. Peygamberin tavsiyesiyle göç etmişlerdi. Habeş Kralı Necaşi 615 yılında onlara siyasi sığınma hakkı vermişti.

İşte bu kafileden bazıları Arabistan’a geri dönmedi. Çin kayıtlarına göre, Sad ibn Ebi Vakkas ve beraberindeki üç Sahabe, 616 yılında Habeşistan’dan Kral Necaşi’nin de desteğiyle Çin’e doğru deniz seyahati yaptılar. Tang Hanedanlığı dönemindeki bu seyahat, imparator Yung Wei’nin sıcak karşılaması ve heyetin İslâm’ı özgürce anlatmasına izin vermesinden sonrasında, Çin’in ilk camisi olan Fener Kulesi Camii’nin(Guantgta Mosque) inşasıyla sonuçlandı. Bu camiinin diğer bir ismi ise Peygamberimizin anısına atfen Hatıra Camii’dir (Huaisheng Mosque).

Ancak Çin tarafında anlatılan bu tarih, İslâm kaynaklarına bakıldığında pek de doğruları yansıtmıyor. Zira Sad bin Ebi Vakkas, muteber İslâmî kaynaklara göre Habeşistan’a hiç gitmedi. Medine’ye hicret edilene kadar Mekke’de Peygamberimizin yanında baskı ve boykota karşı koydu.Kendisi Allah adına müşriklerin kanını ilk akıtan ve yine onlara ilk ok atan sahabi olarak bilinmektedir. Uhud Savaşı’nda Peygamberimizi müşriklere karşı attığı oklarla korumasıyla ünlenmiş, meşhur Kadisiye Savaşı’nda İranlıların Sasani Krallığı’na son verilmesine ordu komutanı olarak yaptığı katkıyla da yine çok önemli bir görevin üstesinden gelmeyi Allah’ın izniyle başarmıştı. Bu tarih bilgisi göz önüne alındığında, Çin’deki hakiki İslâmî geçmişin daha farklı bir öyküye dayandığı sonucu rahatlıkla çıkarılabilir. O halde işin gerçeği ne? Guangzhou’daki 651 yılında yapılan cami ve Sad bin Ebi Vakkas’a atfedilen türbe ve diğer türbeler kime ait?

Bu sorulara net bir cevap vermek oldukça zor. Ama Sad bin Ebi Vakkas’ın İslâm’ı İran’ın doğusuna taşıdığı dikkate alınırsa, Çinli Müslümanların onun hakkında efsanevi bir anlatıma başvurmuş olması ihtimal dahilindedir.

Dönemin siyasi tablosu

BİR noktayı hatırlatmakta fayda var. Çinliler ile Araplar arasındakiilk ilişki, İslâm’ın ortaya çıkışından öncedir. Araplar gerek deniz yoluyla gerekse bugün İpek Yolu olarak bilinen kara yoluyla Çinlilerle ticaret yapmaya daha beşinci yüzyıldan itibaren başlamışlardı.

İkinci olarak, dönemin siyasi tablosunu biraz daha yakından incelememiz gerekiyor. İslâm Arabistan yarımadasında gün yüzü gördüğünde dünyadae sas olarak üç büyük imparatorluk hüküm sürüyordu. Bunlar Bizans,Sasani ve Çin imparatorluklarıydı. Dünyanın batısı Bizans’ın(Roma’nın), İran ve Orta Asya’ya kadar olan topraklar Sasanilerin(İranlıların), Uzak Doğu ise Çinlilerin egemenliği altındaydı. İslâm’ın Medine’de büyük bir güç halini almaya başlaması, özellikle Bizans ve Sasani devletlerini rahatsız ediyordu. Çünkü sahip oldukları topraklar ellerinden çok büyük bir hızla çıkıyor ve Müslümanların hakimiyetine giriyordu. İslâm ve Müslümanlar onlar için büyük bir tehdit halini almıştı.

İşte bu şartlar altında ilginç bir tarihi kayıtla karşılaşıyoruz.Bizanslılar ve Sasaniler, içinde bulundukları hassas durumun zorlamasıyla, Tang Hanedanlığı (618-907) döneminde Çin’e elçiler gönderiyorlar. Amaçları, dönemin medeniyet ve güç açısından öncü kuvveti olan Çin İmparatorluğu’nu Medine’deki İslâm kuvvetlerine karşı kendi yanlarına çekmek. Kisra’nın büyük oğlu Yezducerd ve Bizans’ın yolladığı elçi, sırasıyla 638 ve 643 yıllarında Tai Tsung’a Arapların kendilerini yenilgiye uğrattıklarını haber verip destek istiyorlar.

Bu istekler ilerleyen yıllarda giderek sıklaşınca, 650 yılında Tai Tsung’un oğlu Kao Tsung, üçüncü halife Osman bin Affan’a özellikle İranlıları savunmak adına bir elçi heyeti gönderiyor. Halife Osman(r.a), buna karşılık, 651 yılında generallerinden birisini Sian’a gönderiyor. Muhtemelen, Müslümanlar ile Çinlilerin Çin topraklarındaki ilk teması da bu şekilde gerçekleşmiş oluyor. İslâm hakkında bilgi alan Çin imparatoru, kayıtlara bakılırsa, namaz oruç gibi ibadetlerin zor gelmesinden dolayı kendisi Müslüman olmasa bile, bu dinin kendi topraklarında tanıtılmasına izin veriyor. Sonuçta, son Sasani Kralı’nın destek talebine de haliyle bu şekilde olumsuz yanıt vermiş oluyor.

Siyasi açıdan bakacak olursak, Emeviler döneminde Orta Asya, Hindistan,Kuzey Afrika ve İspanya’nın fethedilmesinden sonra Çinliler ile Müslümanların ilişkileri de farklı bir hâl alıyor. Artık sınır komşusu olan zamanın bu iki küresel gücünden Emeviler, Kuteybe bin Müslim’in önderliğinde Orta Asya’nın ilerisine doğru toprak kazanmaya devam ediyor.

İslâm kuvvetlerinin Emeviler hakimiyeti altında bu ilerleyişi yaklaşık 730’lu yıllara kadar sürüyor. Fakat bu yıllarda hem Endülüs Emevilerinin Fransa’da Haçlı ordusuna yenilmesi hem de Emevilerin yerine Abbasilerin geçmesinin ardından gerek Batı’ya gerek Doğu’ya doğru gerçekleşen bu fetihler duruyor.

Çinli Müslümanların ataları

DÜNYADA geçerli olan ana siyasi tablo böyle iken, Çin topraklarında İslâm’ın ilk tebliğinin ardından Müslümanların kaderi de yavaş yavaş şekilleniyor tabi.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Üçüncü Halife Hazreti Osman’dan sonra Emevi ve Abbasi dönemlerinde İslâm’ı tebliğ etmek amacıyla Çin’e altı heyet daha gönderilmiş olmasına ve bunların çok sıcak bir şekilde misafir edilmelerine karşın, Çinliler kendilerine bir din olarak seçecek kadar İslâm’ı benimsemiyorlar. Fakat başta Tang Hanedanlığı(618-907), ondan sonra gelen Sung (960-1279) ve Ming Hanedanlığı(1368-1644) dönemlerinde Çinlilerin İslâm hakkındaki düşüncelerinin son derece olumlu olduğu da sır değil. Hiç kuşkusuz, bunda İslâm’ın ilkelerini Konfiçyüs öğretisine yakın bulmaları önemli bir rol oynuyor.İslâm’ın Çin’de Ching Zhen Jiao (Temiz ve Hakiki bir Din) olarak bilinmesi de, bunun bir göstergesi.

Peki Çinli Müslümanların ilk atalarını kimler oluşturuyor? Bu sorunun cevabı da yine siyasi ilişkilerde gizli dersek yanlış söylemiş olmayız.755 yılında Çin’deki bir iç karışıklık nedeniyle İmparator Hasuan Tsung, Abbasi Halifesi Ebu Cafer’den yardım istiyor. Cafer, 4000 Müslüman askeri imparatorun yardımına göndererek cevap veriyor. Sian ve Honanfu’da çıkan ayaklanma böylece bastırılıyor, ama bu Müslüman askerler bir daha geri dönmeyip Çin’e yerleşiyorlar.

Yine 770’lerde 300 bin Tibetlinin Çin’in başşehrini işgalinin ardından Ebu Cafer’in gönderdiği yardım amaçlı çok sayıda asker de geri dönmeyip Çin’de kalanlardan. İlk grup Batı Çin’e yerleşirken, ikinci grup Batı Çin’in yanı sıra Yunnan ve Güney Çin’e de yerleşiyorlar. İşte bugünkü Çinli Müslümanların atalarını bu askerler oluşturuyor.

Çin’e sonradan giden bu Müslüman askerler sayesinde pekçok Çinli İslâm’ı kabul ediyor. Bunlar arasında Hui adıyla bilinen Çinli büyük bir etnik grup da bulunuyor. Günümüzde Çin’e gidenlerin ifade ettiği gibi, Müslüman Çinliler ile Müslüman olmayan Çinlileri ibadetleri hariç birbirlerinden ayırd etmek imkânsız gibi bir şey. Bunun sebebi, az önce sözünü ettiğimiz Çin’e yerleşmiş Müslüman Arapların Çinlilerle evlenip zaman içinde isimlerini dahi değiştirmek suretiyle Çin kültürüyle bütünleşmeleri. Özellikle Ming Hanedanlığı döneminde (1368-1644)Müslümanlar etnik açıdan asıl Çinlileri oluşturan Han toplumuyla kültürel açıdan bütünleşiyorlar. Yemek ve giyim kültürlerini Çinlilere uydurmakla kalmıyor; Çince öğreniyor, Çince düşünüyor ve isimlerini dahi değiştiriyorlar (Hasan için Ha, Hüseyin için Hu, Said için Sai gibi). Tabii sonuç olarak, dini ibadet ve görenekleri hariç, artık Müslümanları diğer Çinlilerden ayırmak mümkün olmuyor.

TARİHİ kayıtlar 1700’lere kadar Müslümanların ülkenin büyük bir ekonomik gücü oldukları, ithalat ve ihracat işlerinde söz sahibi olduklarını gösteriyor. Özellikle orduda yükselerek ülke yönetiminde söz sahibi olan Müslümanlara rastlanıyor.Bu yıllarda Müslümanlar pek çok cami, okul ve medrese inşa ediyorlar.Buralara Rusya ve Hindistan’dan bile öğrenciler geliyor. Örneğin 1790’da Çin’de 30 bin Müslüman öğrencinin eğitim gördüğüne dair bilgiler mevcut. Yine, İmam Buhari’nin doğum yeri olan ve “İslâm’ın direği” olarak isimlendirilen Buhara şehri, o dönemde Çin’e ait bir şehirdi.

Çin’de Peygamberin Hayatı’na dair ilk eser Liu Chih tarafından 12 cilthalinde kaleme alındı. 1721 yılında basılan bu eserin bu kadar gecikmesinin sebebi, İslâmî kavramların tam olarak Çin diline geçmesinin uzun bir süre almış olmasıdır. Zaten bu yüzden Çin’de uzun bir süre İslâm’a ilişkin pekçok konu, Çinlilerin kendi yerel dilleri ve inanışları çerçevesinde, onlara benzetilerek anlaşılmaya çalışılmıştır.

Bugünkü Durum

ÇİN’DE bugün 20 milyondan fazla Müslüman (bazı istatistiklerde bu sayı100 milyona varabiliyor) yaşıyor. Uygur Türkleri ve Huiler bu sayıda önemli bir yekün tutuyor. Yine Çin’de yaklaşık 3000 civarında cami ve yaklaşık 4000 imam bulunmaktadir. Bugün Çince,Uygurca ve diğer Türk dillerinde sekiz ayrı Kur’ân-ı Kerim meali Müslümanların istifadesine sunulmuş durumda.

1953’te Pekin’de kurulan Çin İslâm Derneği, defalarca Kur’ân-ı Kerim yayımlamış, birçok kitap Çince ve Uygurcaya çevrilmiş, “Çin’de Müslümanlar” adlı üç aylık dergi ve çeşitli milliyetlerden Müslümanların dini hayatlarını yansıtan çeşitli resimli kitaplar derlenip yayınlanmıştır. Dini eğitim ve hac gibi organizasyonları da düzenleyen bu dernek, Çin hükümetiyle Müslümanlar arasındaki ilişkilerin sağlıklı yürümesi için Müslümanların sözcülüğünü üstlenmiş haldedir.

1989’da başlayan Hac organizasyonu sonucu bugüne kadar yaklaşık 120 binÇinli Müslüman hacı olmuştur. Sadece geçen yıl özel uçakorganizasyonuyla hacca giden Çinli Müslüman sayısı 9600’dür.

Çin’e giden Müslümanların özellikle görmeleri gereken yerler, hiç şüphesiz camiilerdir. Başta Guangzhou’daki 1300 yıllık Huaisheng Camii olmak üzere, 742’de yapılan Xian’daki—Çin’in en büyük camii—Da QingzhenSi (Ulu Camii), Quanzhou’da 1009’da inşa edilen —Büyük Şam Camii’nin ikizi olan—Quinjing Si (Sahabe Camii), Hangzhou’daki Zhen-Jiao Si(Halis Din Camii), 1275’te inşa edilen Yangzhou’daki Xian-He Si(Ölümsüz Turna Camii) bunlar arasında sayılabilir.

Günümüzde Çinli Müslümanların özgürlüğüne işaret etmesi bakımından,dokuz İslâm üniversitesinin kurulmuş olduğunu da belirtmekte yarar var.Üniversitelere Müslüman kızlar rahatlıkla tesettürlü olarak devamedebiliyor. Ayrıca çoğu camiinin bünyesinde en az bir Kur’ân kursu yeralıyor. Halen komünist rejim altındaki Çin’de bunlar olabiliyorken,bizim ülkemizde yaşananları düşündüğümüzde nasıl bir baskıyla karşı karşıya bırakıldığımız daha net anlaşılabilir.

Çin’de İslâm’ın 1350 yıllık öyküsü ana hatlarıyla bu şekilde. 13,5 asır önce Çin’e İslâm’ı tebliğ amacıyla Arabistan’dan kalkıp dünyanın öbürucuna giden ilk Müslümanlardan Allah razı olsun.

Hilmi ORHAN

Dünyayı Hiroşima'ya Çevirecek Tehlike



Rus bilim adamları "dünyanın manyetik kutuplarının kaymakta olduğunu" tartışıyor. Bu kaymanın dünyayı Hiroşima'ya çevireceğini savunanlar bile var.

LONDRA ÜZERİNDEKİ PEMBE IŞIK

Rus bilm adamlarından Kara Kuvvetleri Merkezi Askeri Enstitüsü'nün baş araştırmacısı Yevgeni Shalamberidze, dünyanın manyetik kutuplarının kaymakta olduğunu ve bu kez farklı olduğu iddiasıyla ortalığı karıştırdı. Rus bilim adamları ikiye bölündü.

SEBEBİ AÇIKLANAMAYAN UÇAK KAZALARI

Shalamberidze, manyetik kutupların şimdiden 200 kilometre kadar yer değiştirdiğini açıklarken "Manyetik alanların değişmesi dünyayı koca bir Hiroşima'ye çevirebilir. Yani nükleer kış etkisi yaratabilir. Kuşların, balina ve yunusların yön şaşırması, sebebi açıklanamayan uçak kazaları etkinin işaretleri" uyarısınıda da bulunuyor.

NÜKLEER KIŞ ETKİSİ

Yevgeni Shalamberidze "Dünyanın coğrafik kutupları, hep aynı yerde. Ancak manyetik kutuplar şimdiden 200 kilometre kadar kaymış durumda. Bu küresel anlamda etkili olacaktır. Gezegen, enerjisini, yerkabuğu çatlaklarından boşaltıyor. Bunlar sıkıştığında negatif enerji gezegende kalıyor. Son zamanlarda dünyayı kasıp kavuran bunca doğal felaketin buna bağlı olmadığını kesin bir dille söyelemeyiz" dedi.

Pravda gazetesinin internet sitesinde yer alan habere göre "manyetik kutupların kayması, atmosferin büyük ölçüde azalmasına yol açabilir, bu da dünyanın eksi 273 dereceye kadar soğumasına, yani nükleer kış benzeri bir durumu yaratabilir ve doğal yaşam yok olabilir".

BU İDDİAYA KARŞI ÇIKANLARIN TEZLERİ

Rusya Doğa Bilimleri Akademisi'nden Aleksander Fefelov ise "Gezegenimiz, zaman zaman eğimini değiştirebilir. 23 bin yılda bir bu oluyor. Manyetik kutuplar 30 derecelik bir kayma gösterebilir" diyor.

Matematik ve fizik profesörü Viktor Kuznetzov da son 4 milyon yılda dünyanın manyetik kutuplarının 16 kez yer değiştirdiğini belirtirken "Dünyanın manyetik alanlarının yok olması söz konusu değil. Dünyanın hep bir radyasyon kalkanı olacaktır. Manyetik kutuplarının yer değiştirmesi bile bu kalkanı ortadan kaldıramaz. Yani gezegenimiz soğumayacak" dedi.

Manyetik alanlarının kaymakta olduğunu ve bu kez ölçümlenen 200 kilometrelik kaymanın giderek arttığını savunan bilim adamları ise endişelerini dile getirmeye devam ediyor.

FARKLI YERLERDE KUTUP IŞIKLARI

Yevgeni Shalamberidze'ye göre, kutup ışıklarının (aurora borealis) zaman zaman kuzey bölgelerinin dışında da görülmeye başlaması, manyetik kutupların yer değiştirmesiyle ilgili etkiler. Geçen hafta İngiliz medyası, Londra üzerinde görülen pembe ışıklara geniş yer vermişti.

Timetürk

Zaman Gazetesi Rus Yaltakçılığına Devam Ediyor



Zaman Gazetesi 23 Ekim 2008 Perşembe günü yayındığı bir haberle Çeçenya'nın kukla elebaşı Ramzan Kadırov'un reklamını ve savaşın sona erdiği şeklindeki Rus propogandasını yaptı.

Günlük yayınlanan Zaman Gazetesi'nin 23 Ekim 2008 Perşembe tarihli sayısında "Dış Haberler" bölümünde işbirlikçi Çeçen mürted Ramzan Kadırov'a dörtte bir sayfa yer verildi. Fahri Öztoprak imzalı haberde kukla Kadırov'la ve danışmanı Amruddin Edilgiriyev ile yapılan röportajlara yer verilirken, Ramzan Kadırov'un babası vatan hain ve mürted Ahmed Kadırov'dan ise Çeçenya'nın I.Devlet Başkanı olarak söz edildi.

Haberde Çeçenya'da halen devam eden savaştan söz edilmezken, savaşın geçmişte kaldığına vurgu yapıldı. Habere göre kukla Kadırov Türkiye'ye gelmeyi arzuluyor ancak Türkiye'deki bir grubun muhalefeti nedeniyle bu amacına ulaşamıyor.

Müslümanlıktan dem vurarak insanların inançlarını sömüren bir zihniyetin ürünü olan Zaman Gazetesi'nde yıllardır Çeçenya'da devam eden savaş, soykırım ve savaş suçları hakkında bir haber yer almazken, geçtiğimiz günlerde Çeçenya'da açılan bir camiinin bahane edilerek Rusya'nın propogandasına dörtte bir sayfa ayrıldığını görmek manidar.

Üstüne üstlük yirmiden fazla ülkenin ve yüzlerce uluslararası gözlemcinin izleyerek tam not verdiği 27 Ekim 1991 tarihinde Çeçenya'da yapılan meşru Devlet Başkanlığı ve Parlamento seçimlerini görmezden gelerek eski Çeçenya müftüsü vatan hain Ahmed Kadırov'un Çeçenya'nın I.Devlet Başkanı olarak lanse edilmesi kabul edilemez. Haberi hazırlayan ve servise sunanlar farkına varmasalarda tarih Rusların yalanlar için ödediği ücretlere binaen yeniden yazılamaz!

Kavkaz Center ajansı olarak, Zaman Gazetesi'nin Rusya'daki okullarının kapatılmaması için Rus yönetimine şirin görünme çabalarına bir son vermesini, eğer gazetecilik yapacaklarsa gerçekleri yazmalarını tavsiye ediyor Fahri Öztoprak imzalı gerçek dışı haberden ötürü kendilerini bir kez daha kınıyoruz.

cihaderi.net

Örtülü Gerçek (tanıtım)


Redacted (Örtülü Gerçek) adlı film, savaş ve kriz noktalarından gelen haberlerin Amerikan medyasında kırpılarak ve değiştirilerek aktarılmasını ele alıyor. 68 yaşındaki yönetmen Bryan De Palma’nın en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilen film, içerik, düşünce, şekil, yapım ve finans olarak müthiş bir eleştirel duruşu temsil ediyor.

Film, yaygın film çekme şekillerine karşı içerdiği meydan okuma ve geleneksel Amerikan sinemasının yüzdüğü suların çok ötesinde yüzmesi nedeniyle Amerikan sinemasında devrim yaratan bir film olarak görülmekte. De Palema’nın filmi diğer Amerikan filmlerindeki gibi Amerikalıların ıztırapları ve çektikleri acılar üzerinden Irak sorununu ele almıyor; tersine Iraklıların, Amerikan askerlerinin yaptıkları yüzünden çektikleri acıları doğrudan ele alarak, askerlerin tarihi ve kültürü hakkında hiçbir şey bilmediği bir coğrafya hakkında yaptıkları çirkinlikleri ve işledikleri skandalları konu ediniyor.

Palema, bu filmiyle Batılı seyircilere ulaşmamış ya da Batılı medya tarafından bir şekilde sümen altı edilmiş görüntüleri bir araya getiriyor. Yönetmen filmde çok yaratıcı bir yönteme başvurarak büyük kameralar yerine kendisine hareket serbestisi sağlayan ve özgürce hareket edebilmesine olanak veren küçük kamera kullanmayı tercih etmiş. Yönetmenin ifadesine göre bu yöntem sayesinde yönetmenin, yaşanan olayları belgesel diliyle yeniden canlandırması ve böylelikle daha gerçekçi bir görüntü yakalaması daha kolay olmuş. Yönetmen bu gerçekçiliği yakalayabilmek için olayların geçtiği Irak’a çok benzeyen Ürdün’ü tercih etmiş. Filmde askerlerin aileleriyle internet üzerinden sözlü ve görüntülü olarak konuşmalarına da yer verilirken Amerikan ordusuna bağlı karargâhlarda kullanılan görüntülerin yanı sıra Amerikan ordusuna eşlik eden iliştirilmiş gazetecilerin kameralarındaki görüntüler de kullanılmış.

Filmi önemli kılan bir başka husus ise olayların Iraklıların gözünden nasıl göründüğünün seyircilere aktarılması için Irak televizyonlarının görüntüleri, direniş gruplarının internet sitelerinde yaptıkları operasyonları göstermek için kullandıkları görüntülerin yanı sıra rehin alma ve idam etme eylemlerinin görüntülerini de kullanmış olması.

Bütün bu görüntüleri birleştirerek de Palema, aslında Amerikan askerlerinin hareket eden her şeye karşı duydukları öfke, kin ve saldırganlığı ortaya koymaya çalışıyor.

Film, Samarra’daki Amerikalı askerler üzerinde yoğunlaşarak onların oyunlarını, eğlencelerini ve boş yere insanları nasıl öldürdüklerini, hissettikleri korkuları kumar yoluyla nasıl bastırmaya çalıştıklarını anlatıyor. Böylece yönetmen, seyirciyi Iraklı genç kız Ubeyr el-Cenabi’ye tecavüz görüntüleriyle baş başa bırakırken Amerikan askerlerinin nasıl bir zihniyetle bunları yapabilmiş olacağını aktarıyor. Kamera, askerlerin Cenabi’ye tecavüz ettikten sonra aile bireylerini nasıl öldürdüklerini, ardından Cenabi’nin kafasına tabancayı dayayarak onu katletmelerinin ardından cesedini nasıl yaktıklarını ustalıkla görüntülüyor.

Yönetmen filmini; arka planda çalan hüzünlü bir müzik eşliğinde çocuklara, yaşlı insanlara ve yetişkin erkek ya da kadınlara ait yanmış cesetler, oyulmuş gözler, kesilmiş ayaklar, kopmuş parmakların yer aldığı fotoğraflarla bitiriyor.

Film herhangi başka bir belgesel filmden daha etkili, çünkü Irak’ta olan bitenlere ilişkin gerçeklerin yoğun olarak yer aldığı olaylar gerçekçi bir dille aktarılıyor. ABD’de vizyona girmeden önce sansüre takılmış olan filmin dağıtımını yapan şirket ise filmin sonunda yer alan fotoğraflarda görünen Iraklıların cesetlerinin yüzlerinin karartılmasında ısrar etmiş. Şirket cesetlerin yakınlarının resimlerin kullanılması konusunda yazılı onay bulunmamasını gerekçe göstermiş. ABD’deki Fox TV, Irak’ta daha fazla Amerikan askerinin öldürülmesine yol açacağı gerekçesiyle halktan filmi boykot etmesini istemiş.

Hastalara Düzenli Olarak Sahte İlaç



Amerikalı doktorların, yaptıkları konusunda hastalarına karşı dürüst olmadıkları ifade edildi.

ABD'deki tıbbi kuruluş American Medical Association, bu tür ilaçların hastaların bilgisi dahilinde verilmesini tavsiye ediyor.

Araştırmayı yapan ekipten Franklin G. Miller, bu bulgunun çok rahatsız edidi olduğunu ifade etti. ABD Milli Sağlık Kurumları (NIH) etik programı yöneticisi olan Miller, "Burada aldatma unsurları var. Bu, hastaların bilgilendirilmesi prensibine zıttır" dedi.

Araştırma sonuçları İngiltere'deki tıp dergisi BMJ'nin internet sitesinde yayımlandı.

Plasebolar, tıbbi araştırmalarda kullanılan, hastaların tedavisine bir faydası olmayan ilaçlardır.

Bu ilaçlar, hastada tedavi oldukları duygusuna yol açıyor ve bu şekilde hastaların kendilerini daha iyi hissedecekleri öngörülüyor.

Plaseboların etkileri üzerinde araştırmalar yapan Hull üniversitesi profesörü Irving Kirsch, "Doktorlar, hastalara yardımcı olabilmek için büyük baskı altında olabilirler. Fakat bu uygun bir yol değildir" ifadesinde bulundu.

NIH tarafından yapılan araştırmaya göre Amerikalı doktorların yüzde 62'si plasebo kullanımının etik olduğu kanaatinde. Doktorların yarısı da bu ilaçları hastalara verdiğini ifade etti.

Bu kapsamda hastalara ağrıkesiciler, vitaminler, antibiyotikler, sakinleştiriciler ve şeker hapları da verildiği belirlendi.

İngiltere, Danimarka ve İsve
ç'teki araştırmalarda da benzer sonuçlar elde edildi. Araştırmada, doktorların "hiçbir şey yapmamaktansa bir şeyler yapmış olmanın daha iyi olacağı" kanaatiyle bu yola başvurdukları ifade edildi.

Bazı doktorlar, plaseboların sadece uykusuzluk, depresyon, yüksek kan basıncı gibi belli rahatsızlıklarda kullanılmasının müsbet neticeler vereceği kanatinde.

Osmanlı'nın Hint Okyanusu Hâkimiyeti

Osmanlı Devleti, Hint Okyanusu’nda Katolik Portekizlilere karşı verdiği mücadele ile küresel bir güç olduğunu ortaya koymuştur.



Bu makalede 16. yüzyılın ilk yarısındaki Osmanlı-Portekiz ilişkileri ele alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin, 1517 yılında Memlüklü Sultanlığı’na son verip sınırlarını Hint Okyanusu kıyılarına kadar genişletmesinden önce başlayan Hint Okyanusu mücadelesinin, yüzyılın ilk yarısı boyunca giderek artan bir şekilde devam eden boyutu üzerinde durulmuştur. Bu süreçte Osmanlı’nın, doğu-batı arasındaki ticari faaliyeti yüzyıllarca barış içerisinde sürdüren Hint ve Uzakdoğu coğrafyasındaki Müslüman sultanlıkların siyasi ve ekonomik varlıklarının bir garantisi olarak ortaya çıktığı görülür. Bu bağlamda Osmanlı Devleti, Hint Okyanusu’nda Katolik Portekizlilere karşı verdiği mücadele ile küresel bir güç olduğunu ortaya koymuştur.

Osmanlı Devleti’nin üç kıtada varlık iddiasını sürdürdüğü bir yüzyıl olan 16. yüzyıl, sadece Osmanlı tarihi açısından değil, dünya tarihini değiştirecek gelişmelere sahne oldu. Modern anlamda, küresel siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkilerin değişim sürecinin başlangıcı kabul edilen keşifler çağının 16. yüzyıl başlarından itibaren Hint Okyanusu’ndaki safhası Osmanlı Devleti ile doğrudan ilişkilidir.

Bartholomew Dias’ın 1487 yılında Ümit Burnu’nu dolaşmasının ardından, Vasco de Gama’nın 1497 yılında Hindistan’ın Kalküta limanına ulaşması ile Portekiz’in deniz imparatorluğu kurma düşüncesi hayata geçirilmeye başladı. Doğu denizlerinin keşifleri amacıyla çıkılan bu deniz yolculukları ile, hammadde zengini doğu ülkelerinin zenginliklerine birinci elden sahip olma gibi ekonomik; Portekiz’in bir Deniz İmparatorluğu’na yükseltilmesi gibi siyasi; Portekiz Kralı denizci Henri’nin (1394-1460) Katolik dünyasının lideri Papa V. Nikolas’dan aldığı doğu halklarını Hıristiyanlaştırma misyonunda ortaya çıktığı üzere, Katolik dünyasının doğudaki temsilcisi olma bağlamında da dini bir içerik taşıdığı görülür. Portekiz’in doğu denizlerinde hakimiyet kurma plânı, Osmanlı Devleti’nin Avrupa sınırlarının neredeyse yarısına yakın bir bölümünü ele geçirdiği bir döneme tekabül eder. Alternatif arayışlarının bir ürünü olarak değerlendirilebilecek olan doğu denizleri keşifleri, aynı zamanda, genelde İslam dünyası, özelde ise Osmanlı Devleti ile hesaplaşmanın bir başka safhasını oluşturması bağlamında önemlidir.

1. Giriş

Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu politikasından söz edildiğinde akla ilk etapta Kızıldeniz, Umman Denizi, Basra ve Aden Körfezleri gelirken, Batı Hindistan kıyıları ve Sumatra’ya kadar uzanan boyutunu da unutmamak gerekir. Osmanlı Devleti’nin, Hint Okyanusu’ndaki gelişmelere verdiği tepkinin önemini, kurduğu Süveyş ve Hint donanmalarında ve bu donanmaların başına atanan önemli komutanların yanı sıra, söz konusu komutanların, amirale değil, doğrudan doğruya Divan-ı Humayun’a bağlı olmasında görmek mümkündür.0 Bu durum, gerek Osmanlı’nın yukarıda zikredilen coğrafyalardaki devletlerle siyasi ve askeri anlamda doğrudan ilişkiler kurduğunu ortaya koymaktadır.

Osmanlı’nın Hint politikasının şekillenmesinde -nedenlerine aşağıda ayrıntılı bir şekilde denileceği üzere-, sömürgeci batının öncü gücü Portekiz’in 15. yüzyılın son yıllarından itibaren, 16. yüzyıl başlarında giderek gücünü artırmak suretiyle, önce Afrika kıyılarını, ardından Hürmüz Boğazı’nı tutmaya başlamasının etkisi büyüktür. Portekiz güçlerinin Kızıldeniz’i ve dolayısıyla kutsal toprakları tehdit etmesi, Hint Okyanusu civarındaki İslam beldelerindeki Müslümanların hac farizasını yerine getirmesine engel olması, Uzakdoğu-Hint ve Ortadoğu arasında yüzyıllarca devam eden ve Müslüman tüccarların hâkimiyetindeki ticari faaliyetlere2 set çekmesinin temel nedenler olduğu görülür. Dönemin iki önemli gücü Osmanlı-Portekiz arasında Akdeniz’de başlayan mücadele, 16. yüzyıl başlarından itibaren Hint Okyanusu’na taşındı.0 Bu bağlamda Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndaki gelişmelere tepkisini salt askeri anlamda değil, siyasi, dini, ekonomik bağlamlarıyla da ele almak gerekir.

16. yüzyıl ilk yarısında, Osmanlı Devleti ve Portekiz’in Hint Okyanusu’ndaki karşılaşması, Avrupa’da sürdürülen İslam ile Hıristiyanlık mücadelesinin, Hint Okyanusu’na yayılması ile küresel bir boyut kazandığını ortaya koyması bakımından son derece önemlidir. Keşifler çağının bir açılımı olarak 1497-98 yılında, dört gemiden oluşan Portekiz filosu Hindistan’a girdi, ardından 1503 yılından itibaren Hindistan kıyılarına yerleşmeye başladı. Böylece, yüzyıllar boyunca Müslüman denizcilerin hâkimiyetindeki ticaret yoluna nüfuz edilmesiyle, Hint Okyanusu’nda Avrupa dönemi ve Portekiz deniz imparatorluğu başlamış oldu.4 Katolik dünyasının ruhani lideri Papa, 1494 yılında imzalanan Trodesilhas Anlaşması ile Avrupa’nın batısındaki denizleri İspanya’ya, doğusundaki denizleri de Portekizlilere vermesiyle, bu iki denizci ulusun denizlerdeki keşiflerine dini bir boyut kattı.0 Avrupalı sömürgeci güçlerin doğuyu keşifleriyle birlikte, 16. yüzyıl başlarından itibaren Hint Okyanusu civarındaki stratejik liman şehirlerine yerleşmeye başladılar. Böylece, doğulu halkların barışçıl temele dayalı doğu-batı ticari ve kültürel ilişkileri sömürgeci güçlerin pragmatist eğilimleri sonucu dönüşüm sürecine girdi. Avrupalıların saldırgan ve ayrımcılığa dayalı tutumları, doğu toplumlarının harmoniye dayalı iç toplumsal yapıları kadar, toplumlar arası ilişkilerinde de değişime yol açtı.6

Ortadoğu ve Hindistan’daki Müslüman sultanlıklar Portekizlilerin, Basra Körfezi girişinde stratejik öneme sahip Hürmüz’ü 1509 yılı gibi erken bir dönemde ele geçirmesinin,0 bölgenin siyasi ve ekonomik yapısını değiştirmeye yönelik olduğunu algılamakta gecikmediler. Hint Okyanusu’na kıyısı olan devletlerin Portekiz deniz gücüne karşı koyacak askeri yapılanmaya sahip olmamaları, dönemin en güçlü İslam devleti olan Osmanlı’dan yardım istemelerini zorunlu kıldı.0 Osmanlı Devleti’nin, izlediği genel siyasetin bir gereği olarak, bölge ülkelerinden gelen ittifak ve yardım taleplerine kulak tıkaması beklenemezdi. Osmanlı, gerek Avrupa’daki Katolik-Protestan çatışmasında, gerekse de İslam dünyasına yönelik Haçlı ittifakları nedeniyle Avrupa siyaseti ile içli dışlıydı.*

Bu gelişmeler ışığında Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyıl Hint politikasını şu dört evrede ele almak gerekir:

Yıldırım Beyazıd döneminden itibaren Memlüklü Devleti’nin Süveyş donanmasını kurmasına ve sürdürülmesine yaptığı katkı;

Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sonucu Süveyş donanmasını yenileyerek, Osmanlı’nın ilerki dönemde gerçekleştireceği Hint seferleri için alt yapı oluşturması;

Kanuni Sultan Süleyman döneminde, Batı’da gerek kara Avrupası gerekse Akdeniz’de, doğu’da ise İran seferlerinin yanı sıra, Hint Okyanusu’yla doğrudan ilgilenmesi;

2. Selim döneminde, Açe Darusselam Sultanlığı ile kurulan diplomatik ve askeri ilişkiler.

Bununla birlikte, bir Avrupa-Hıristiyan öncü gücü olarak Portekiz’e karşı küresel çapta gösterilen tepkinin, İslam dünyasında, biri batıda diğeri doğuda olmak üzere, dönemin iki önemli gücü olarak beliren Osmanlı Devleti ve Açe Darussalam Sultanlığı tarafından verildiği görülür.10 Bu iki devlet arasındaki coğrafi uzaklığı ortadan kaldıran ve irtibatı sağlayan ise Gücerat Sultanlığı oldu. Hindistan’nın kuzeyindeki Timuroğulları’ndan sonraki en güçlü İslam devleti olan Gücerat Sultanlığı’nda deniz gücünün başında bulunan Osmanlı amiralleri, Osmanlı Devleti’nin Hindistan’daki ileri karakolu görevi görüyordu.0

2. Hint Okyanusu’nun Tarihteki Önemi

Hint Okyanusu, yüzyıllarca Doğu-Batı ticaretinde önemli bir suyolu olarak dikkat çeker.12 Roma İmparatorluğu döneminden başlayarak gerek Çin-Hindistan-Basra Körfezi-Kızıldeniz-Süveyş- Kuzey Afrika ve Avrupa limanları arasındaki ticarette gerekse Basra-Halep-Suriye veya Kızıldeniz’in iki yakasında, Arabistan ve Afrika sahillerinde gerçekleştirilen doğu-batı ticaretinde doğunun zengin kaynaklarını batıya taşıyanlar Asyalı denizciler oldu.13 İslam öncesi dönemden başlayarak Arap denizcilerinin yoğun olarak ticari faaliyette bulundukları bu coğrafyada, İslam’ın yayılmasıyla birlikte Müslüman tüccarlar bölgedeki ticari faaliyetleri devam ettirdiler. Böylece 9. yüzyıla gelindiğinde, Müslüman denizcilerin hâkimiyet alanları en geniş sınırlarına ulaştı. 10. yüzyılda Arap tüccarların Kanton’da önemli bir azınlık grubunu oluşturmaları bu gelişmenin bir sonucudur.0

Arap, Hintli, İranlı tüccarların yanı sıra, Selçukluların tarih sahnesine çıkmasıyla Türk kökenli tüccarlar da bu sularda kendilerine yer buldular. Bu ticaretten hâsıl olan gelir, Ortadoğu’ya akmaya başladı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla birlikte bu sürecin artarak devam ettiği ve gelirin önemli bir bölümünün Osmanlı topraklarında birikmeye başladığı görülür. Venedik ve Cenevizli tüccarlar, doğudan gelen ticari metaları Osmanlı limanlarından alarak ikinci bir kârla Avrupa’ya satıyordu. Böylece söz konusu ticarete iştirak eden ülkeler giderek zenginleşiyordu.0 Deniz yolunun yanı sıra, Mezopotamya’daki gibi önemli suyolları da İran Körfezi’nin Bağdat’la temasını sağlıyordu. Böylece Hint Okyanusu dünya ticaretinin önemli merkezlerinden biri haline geldi ve bu ticaret iç suyolları devreye girerek Akdeniz ile bağlantı yolu açılmış oldu.0

Ortadoğu limanlarının birer aktarma üssü olduğu dönemlerde Malaka ve Kambay arasında Güceratlı; Kambay, Kahire, İskenderiyye ve Şam arasında da Arap, Türk, İranlı ve Mısırlı tüccarların yanı sıra, bu bölgedeki devletler de söz konusu ticaretten kârlı çıkan kesim oldu.17 Bütün bu ticari faaliyette dikkat çeken husus, tarafların birbirlerine askeri bir üstünlük kurma ve tekel oluşturma düşüncesinde olmamalarıydı. Bir anlamda, dönemin ‘serbest ticaret bölgesi’ vasfını taşıyan uluslararası antrepolar niteliği taşıyan limanlarda her milletten tüccarlar serbest ticari faaliyette bulunuyordu. Örneğin, 18 Mayıs 1498 tarihinde, dönemin uluslararası bir ticaret liman şehirlerinden biri olan Kalküta’da karaya çıkan Vasco de Gama (1460-1524), Müslüman, Hindu, Yahudi ve Nasturi gibi çok çeşitli ulus ve dinden tüccarı bir arada görmesi karşısında hayretler içinde kaldı.18

Ekonomik ve kültürel zenginliğe konu olan Hint Okyanusu civarındaki toplumların kaderi, 16. yüzyıl başlarından itibaren Batılı güçlerin Hint Okyanusu’na komşu devletler üzerinde hakimiyet kurma istekleriyle bölgenin siyasi, sosyal ve ekonomik yapısında geri döndürülemez bir dönüşümün yaşanmasına yol açtı. Batılı ülkelerin Güneydoğu Asya’daki sömürgecilik tarihi Portekiz (1511) Hollanda (1598), İngiltere (1600) ve Fransa (1602) tarafından yazıldı. Avrupalı devletlerin doğuya gerçekleştirdikleri deniz seferlerinde, bu coğrafyanın baharat ve ipek gibi kıymetli mallarının ticaretine hakim olma arzusu yatıyordu.19 Bu ilgi zamanla bölgedeki diğer yeraltı ve yer üstü kaynaklarının sömürülmesine kadar gitti. Bu süreç, aynı zamanda, Avrupalı sömürgeci devletlerin ekonomilerinin giderek düzelmesi nedeniyle dünya tarihinde önemli değişikliklere neden olmasıyla modern zamanlarda ayrı bir öneme sahiptir.0

Hint Okyanusu’nun bir diğer önemi Hıristiyanlığın İslam’a karşı verdiği küresel mücadelede yatar. Keşifler çağında Amerika’da rakipsiz olan Avrupalı Hıristiyanlar, Asya Kıtası’nın Hint Okyanusu bölümünde Müslüman devletlerle mücadele etmek zorunda kaldılar. Bu bağlamda, Osmanlı Türklerinin, Avrupa’nın ortalarına ve Akdeniz’in batısına kadar ulaşması, kadim rakip Avrupa’nın, Osmanlı’yı arkadan çevirmek suretiyle kıskaca alma stratejisini hayata geçirmesine yol açtı.0

3. Sömürge Dönemi Öncesinde Hint Okyanusu’na Kısa Bir Bakış

Gerek Türkistan bölgesindeki Türk devletleri, gerekse Hint Okyanusu civarındaki Müslüman devletlerin egemenliğinde gerçekleştirilen doğu-batı ticari faaliyeti Avrupa’nın bu ülkelere bağımlılığını artırıyordu. Osmanlı Devleti’nin zamanla ticaret yolları üzerindeki egemenlik alanını genişletmesi ve gerek Avrupa gerekse de Akdeniz’de gerçekleştirilen savaşlar dolayısıyla Avrupa’ya ulaşan ticari metaların fiyatları sürekli artıyordu. 16. yüzyılın ikinci yarısında Hindistan’dan Basra’ya gelen kıymetli ticari mallar Bağdat-Birecik-Halep-Trablus iskelesi ya da Suriye sahilindeki diğer limanlara aktarılıyor, buradan da Venedik ve Ceneviz ve diğer batı ülkelerine ya da İstanbul’a götürülüyordu.0

Bu ekonomik buhrandan çıkmanın yollarını arayan Avrupa devletlerinin deniz keşifleri çağını başlatması bir tesadüf değildir. Batılı devletler Ümit Burnu’nu dolaşmak suretiyle, Hint coğrafyasına ulaşarak, burada üretilen başta baharat olmak üzere diğer değerli metaı Avrupa’ya taşımak arzusundaydılar. Baharatın niçin bu kadar önemli bir meta olduğunu ortaya koymak için bir benzetmek yapmakta fayda var. Bu anlamda, modern dönemde petrolün rolü ne ise, o devirde de baharat, sanayi için son derece önemli bir hammaddeydi. Avrupa’da baharat üretimi yapılmaması tamamıyla doğudan getirilecek metaya bağımlılığı artırıyordu. Bu ticaret yolunun aktarma noktaları olan İskenderiye, İstanbul, Venedik son derece önemli zenginlik elde etti.0

Portekizliler gelmeden önce çoğulcu kültürel hayatın hâkim olduğu ve doğu-batı ticaretinin en önemli aktarma noktalarından biri olan Malaka Boğazı girişindeki Malaka şehri, sömürgecilerin en katı uygulamalarına tanık oldu. Bunun üzerine, Kızıldeniz ve İran Körfezi ile olan bağlantılarının kesilmesiyle karşı karşıya kalan Müslüman tüccarların yanı sıra, Koromandel, Seylan, Bengal ve Pegu’lu tüccarlar da başka yerlere göç etmek zorunda kaldı. Bu dönemde Müslüman tüccarlar, özellikle Malaka Boğazı’nın güneyinde, Sumatra Adası’nın kuzeyinde yeralan Açe, Pasai ve Pedir’i üs olarak seçtiler.24 Bölgedeki İslam sultanlıkları, Portekiz’e karşı güçlü bir direniş göstermek ve bölgeden çıkarmak için Açe Darusselam Sultanlığı liderliğinde federatif bir devlet çatışı altında biraraya geldiler.25 Böylece, Portekizlilerin bölgeye gelmesine karşılık, bölge halklarının İslamlaşmasında artış yaşanmaya başlandığı gibi,26 Malaka’dan sonra Güneydoğu Asya’nın ticaret merkezi önemli bir denizci devlet olan Açe Darusselam Sultanlığı’na geçti. Açe’li tüccarların ve ticaret gemilerinin Hint Okyanusu’nda Portekizliler tarafından sürekli engellenmesiyle, Açe ile Portekiz arasında yaklaşık yüzyıl sürecek askeri ve siyasi mücadele başladı.27

4. Portekiz Deniz İmparatorluğu’nun Kuruluşu

Avrupa’nın diğer ülkeleri ile kıyaslandığında, tarım arazilerinin azlığıyla ön plâna çıkan Portekiz, okyanusa açılmak suretiyle alternatif gelir kaynaklarına ulaşmayı plânlıyordu. Bu süreçte Portekizlilerin motivasyonunu artıran, Afrika’daki zengin altın yatakları ve doğunun zengin ticari mallarını elde etmek kadar, doğudaki kayıp Hıristiyan devletini bulmak teşkil ediyordu.0

Sadece Portekiz’i değil, İspanya ve Hollanda gibi diğer Avrupalı güçleri de okyanuslara açılmaya iten neden, 10. yüzyıldan başlayarak Uzakdoğu ile Avrupa arasındaki ticari faaliyette ve Avrupa piyasalarında Müslümanların belirleyici olmalarıdır.29 Gerek Arap denizciler ve Uzakdoğu mallarını Ortadoğu’daki Osmanlı limanlarında devralan Müslüman Türkler ve gerekse ticaret güzergâhı üzerindeki Memlüklüler bu ticarette önemli bir gelir kaynağı elde ediyordu.

Doğu’nun zengin metalarının pek çok el değiştirerek Avrupa piyasalarına ulaşması dolayısıyla fiyatlar oldukça yükseliyordu. Avrupa’da dönemin ekonomik koşulları dikkate alındığında Avrupalı ulusların bu metaları uzun dönemli olarak Müslüman tüccarlardan almasını beklemek imkânsızdı. Batı’nın doğuya ulaşma arzusu, Marko Polo gibi Ortaçağlar boyunca çok sayıda Avrupalı seyyahın ziyaretlerine ve doğunun gizemli dünyasını konu alan anlatılarına kadar eskiye gider. Söz konusu bu anlatılar Avrupa’da büyük bir hayranlık ve merak kaynağı oldu. Ancak gerek teknolojik yetersizlikler, gerekse de Avrupa ile Uzakdoğu arasında siyasi ve coğrafi bir engel olarak İslam’ın ve Müslümanların varlığı Avrupalıların bu topraklara ulaşmalarına mani oldu.30 Bu zenginliğe ulaşacak teknolojik gelişmeleri beklemek zorunda kalan batılı denizciler, nihayetinde Avrupa’daki sosyo-ekonomik ve politik krizlerin de etkisiyle, işittikleri doğunun zenginliğini paylaşmak için denizlere açıldılar.31

Yukarıda zikredilen ekonomik nedenlerin yanı sıra, 16. yüzyılda Avrupa’daki önemli güçlerle Osmanlı Devleti arasındaki mücadele Osmanlılar lehine gelişme gösterdi. Osmanlı tarafından gerek Akdeniz’den gerekse Doğu Avrupa’dan çevrilen Avrupalı uluslar bekalarını garanti altına almak amacıyla alternatifler aramaya başladılar. Bu alternatiflerden en önemlisi, Atlantik Okyanusu’na kıyısı olan devletlerin deniz seferleri oldu.

Portekizliler dini*, siyasi ve ekonomik olmak üzere çeşitli nedenlerle Avrupa kıtasından doğuya sefer yapan ilk devlet oldu. Özellikle Denizci lâkabıyla tanınan Portekiz Kralı Henry (Henry the Navigator) (1394 -1460) denizcilik konusundaki gayretleri neticesinde, Portekizli denizciler daha önce gidilmemiş denizlere yelken açarak, önce Afrika’nın batı kıyıları ardından da 1498 yılınta Vasco de Gama önderliğinde -önemli denizcilik bilgilerine sahip bir Arap denizcinin rehberliğinde-32 Ümit Burnu’nu dolaşarak Hint Okyanusuna açıldılar.0

Portekizliler, doğuya başlatılan bu seyahatlerin önemli nedenlerinden biri olması hasebiyle 1506 yılında Portekiz Kral Manuel’in 1494 yılında yapılan Tordesillas Anlaşması için Papa II. Julius’a başvurdu. Böylece bir kez daha Portekiz yönetimi, Hint sularına açılmalarının nedeni olarak Haçlı ruhunu ortaya koydular.34

İlk etapta Afrika’nın doğu sahillerinde stratejik konumda bulunan liman şehirlerini kontrol ederek buradaki varlıklarını güçlendiren Portekizlilerin söz konusu şehirlerde inşa ettikleri kaleler, bu yeni dünya sularında güvenliklerinin sağlanmasında birer stratejik karargâh görevi gördü.35 Portekizliler, Ümit Burnu’nu keşfetmelerinden birkaç yıl gibi kısa bir süre sonra, Hindistan’ın Malabar Kıyıları’na yerleşmeye başladılar.36 Böylece, Hint Okyanusu’na, dolayısıyla Ortadoğu ve Akdeniz vasıtasıyla bağımlı oldukları Uzakdoğu metalarına ulaşmayı ve bu malların tekelini ellerine geçirme arzusunun ilk adımını attılar.

Bu süreçte, Arap ve diğer Müslüman tüccarların muhalefetine rağmen, ilk olarak biber ticaretinde önemli bir merkez işlevi gören Kochin’i (Cochin) ele geçirdiler. Cochin, Portekizli komutan Francisco de Almeida’nın diğer liman şehirlerine yönelik istilasında karargâh rolü oynadı.37 Almeida’nın ardından Don Alfonse de Albuquerque, dönemin küresel ticaret güzergâhında tekel kurmak amacıyla, önce Hindistan’ın batısındaki Goa’yı (1510), ardından Malaka Boğazı’nı kontrol eden Malaka’yı 18 Ağustos 1509 (Ernst van Veen, bu tarihi 1511 olarak verir. Raliby osman’ı silerken 1511 yaz) tarihinde ele geçirdi.0 Portekizlilerin 1511 yılında Malaka’ya girmesi,39* ardından 1515 yılında Basra Körfezi’ne hakim konumdaki Hürmüz’ü işgali,0 bir yandan Ortadoğu girişini, öte yandan Güneydoğu Asya girişini (Malaka Boğazı) kontrolleri anlamına geliyordu. Bu gelişme, sadece siyasi açıdan değil, ticari açıdan da özelde bölgenin genelde ise dünya dengelerini değiştirecek boyutlardaydı. Portekizliler Malaka Boğazı, Sumatra Adası’nın kuzeyindeki Açe, Hindistan, İran Körfezi ve Kızıldeniz arasında yüzyıllarca barış içerisinde sürdürülen ekonomik faaliyetlerin dengesini altüst ederek, ellerindeki ateşli silahlarla bu sularda ticaret yapan Müslüman denizcileri ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı.

5. Portekizlilerin Hint Okyanusu Seferleri ve Sumatra’dan Tepkiler

16. yüzyıl başlarından itibaren Hint Okyanusu’nda önemli bir deniz gücü olarak belirmeye başlayan Portekizliler, William Marsden’in özlü bir şekilde dile getirdiği üzere yerli halkların sosyal ve kültürel yaşamlarını keşfetmek yerine, Avrupa’dan gelen iyi savaşçılar olarak bölgeyi sömürme arzusu peşine düştüler.42

Hint altkıtasındaki devletler askeri açıdan gelişmiş olmadıklarından, Batılıların silahlı güçleri karşısında varlık göstermeleri zordu.0 Portekizliler Hindistan’ın Batı kıyılarında Goa ve Diu’yu ele geçirdiler. 1510 yılında Goa’ya yerleşen Portekizliler, burada bir kale inşa edip bir ticaret şirketi kurdular. Ardından, Kızıldeniz girişinde önemli bir liman şehri olan Aden’i almak isteyen Portekizlilerin bu hedefe ulaşamamaları onları Müslümanlardan intikam almaya sevk etti. Bu başarısızlık sonucu Alfonso de Albuquerque’nın Mekke’ye girerek Müslümanların kıblesi Kabe’yi yıkma ve Medine’yi basarak Peygamberin mezarını tarümar edip Kudüs’ü ele geçirme plânını yapmasına yol açtı.* Portekizlilerin kutsal topraklara saldırı plânı Cidde saldırısı ile başladı.0 Ancak, Memlüklülere ait Süveyş donanmasının başında bulunan bir Osmanlı denizcisi olan Selman Reis, bu saldırıyı püskürterek Portekizlilerin kutsal topraklara girmesine mani oldu. Müslümanlara saldırıdan vazgeçmeyen Portekizliler, bu konuda Uzakdoğu’da da girişimde bulundular. Bu bağlamda, Sumatra Adası yakınlarında 300 kadar Açeli 40 kadar Arap hacıyı taşıyan bir gemiye saldırdılar ve hacıları öldürdüler.45

Goa’da bulunan Portekiz amirali Albuquerque, Malaka şehrinin bölgenin en önemli İslam şehri ve pek çok tüccarın uğrak yeri olduğunu öğrendi. Bunun üzerine, Albuquerque, Malaka sultanı Mahmud Şah’a elçi göndererek ticaret ilişkisi kurmak istediğini iletti. Ancak Sultan Mahmud, bu talebe olumsuz karşılık vermek suretiyle Portekizlilerin hiddetini üzerine çekti. Bu nedenle Portekizliler Malaka’ya saldırma kararı aldı ve 1511 yılında Malaka şehrini ele geçirdiler.* Malaka’da bir kale inşa eden Portekizliler,46 böylece yavaş yavaş Hint Okyanusu’ndaki hedeflerine doğru ilerleme konusunda önemli bir adım atmış oldular.

Malaka Boğazı’nın iki yakasında stratejik öneme sahip liman şehirlerini kontrol altına almadıkça bölgede hâkimiyet kuramayacaklarını anlayan Portekizliler, Malaka şehrinin ardından, bölgenin önemli liman şehirlerinin yer aldığı Kuzey Açe’ye saldırmayı plânladılar. 16. yüzyılın başlarında ortaya çıkan bu gelişme karşısında Açe Darusselam Sultanlığı’nca, önce kurucusu Ali Mughayat Şah (1511-1530)47, ardından da halefleri tarafından şiddetli bir direniş gösterildi.*

Portekizlilerin, Sumatra Adası’nın kuzey sahilinde önemli bir liman şehri olan Pasai’yi ele geçirip kale inşa etmeleriyle, Açe Sultanlığı’nı doğrudan tehdit etmeye başladılar. Ali Mughayat Şah, kurduğu devletin sınırlarını genişletmeyi ve Portekiz tehdidini ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Bunun için öncelikle Portekizlileri bir an önce Pasai’den çıkarma kararını uygulamaya koyarak 1524 yılında şehri ele geçirdi. Bunun üzerine gücünü pekiştirmek suretiyle Malaka Şehri’nde konuşlanmış olan Portekiz güçlerine karşı saldırıya geçti.48

Portekizliler karşılarında Açe Darusselam Sultanlığı gibi hiç ummadıkları bir denizci güç bulmaları ile Hint Okyanusu’nda tasarladıkları bir denizci imparatorluğun kurulmasının hiç de kolay olmadığını anladılar. Portekizle mücadeleden hiçbir şekilde vazgeçmeyen Açe, 1530’lu yıllardan başlayarak Gücerat’la Hint Okyanusu ticaretinde önemli işbirlikleri gerçekleştirdi ve böylece Kızıldeniz’e ulaşmayı başararak, baharat ticaretinde önemli bir aktör haline geldi. Bu gelişmeye paralel olarak Portekizle bölge ticaretini hakim olma konusundaki mücadelenin de yoğunlaştığını söylemeliyiz.49 Bu süreçte Açe devletinin, Ortadoğu ile doğrudan temaslar gerçekleştirdiği ve Osmanlı Devleti’yle Mısır Valisi aracılığıyla ticari anlaşma yaptığı görülmektedir.50

Yukarıda dile getirildiği üzere, Açe Darusselam Sultanlığı’nın, Ortadoğu ile ilişkilerini giderek artırması Portekizlilerde kaygıya yol açtı. Goa papazı, Jorge Temudo, Portekiz kralına gönderdiği bir mektupta, Açe gemilerinin Kızıldeniz’e girmelerine mani olunmasını ve Osmanlı donanmasının Hint Okyanusu’na açılmasının engellenmesini önerdi. Ancak bu konuda başarılı olunamadığı gibi Açe Sultanlığı, Malaka’daki Portekiz güçlerine karşı saldırılar gerçekleştirdi.51

Açe Darusselam Sultanlığı’nın üçüncü hükümdarı, Alaaddin Riayat Şah el-Kahhar döneminde Portekizlilere karşı verilen mücadelenin ticari ve ekonomik boyutu kadar, dini ve siyasi boyutu da önemlidir. İslam’ın Güneydoğu Asya’ya yayılmasında yüzyıllarca öncülük etmiş bir bölgeden çıkan Açe devleti, bu süreçte bu özelliğinden feragat etmeyerek, Hıristiyan sömürgeci bir güç olan Portekiz’le sonuna kadar mücadele etme kararı aldı. Bu amaçla el-Kahhar Portekizle 1537, 1547 ve 1568 yıllarında olmak üzere üç kez savaştı.52 Portekiz egemenliğindeki Malaka şehrine 1568 yılında düzenlenen saldırı o zamana kadar gerçekleştirilen saldırılar arasında en güçlüsü olarak dikkat çeker. Açe güçlerinin zafere ulaşmasının an meselesi olduğu bu saldırı bizzat sultanın önderliğinde donanmaya ait 300 gemi ve 15.000 askerin katılımıyla gerçekleştirildi. Ordunun elinde 200 bronz top olduğu halde Malaka Kalesi kuşatıldı. Bu savaşla ilgili tarihi kaynakların düştüğü bir başka önemli not, Açe donanmasında 400 Osmanlı askerinin varlığıdır.53

Avrupa-Hıristiyan öncü gücü olarak Portekiz’e karşı küresel çapta gösterilen tepkinin Osmanlı Devleti ve Açe Darussalam Sultanlığı tarafından verildiğini görüyoruz. 16. yüzyılın başlarından itibaren Kızıldeniz ve Basra Körfezi’nde Osmanlıların, yüzyıl boyunca da Açe Darusselam Sultanlığı’nın Malaka Boğazı’nda Portekizlilere karşı verdiği mücadele,54 her ne kadar büyük zaferler şeklinde zuhur etmese de, uzun vadede Portekiz’in sadece Hint Okyanusu’nda değil, aynı zamanda, Avrupa’da da sonunu getirdi. Gerek doğu’da gerekse batı’da Portekizlilere karşı verilen mücadelede anahtar rol oynayan bölge ise Gücerat Sultanlığı oldu. Gücerat sadece askeri alanda değil, ticari ilişkiler bakımından da Açe ile Osmanlı arasında bir köprü vazifesi gördü.0

6. Osmanlı’nın Hint Okyanusu Politikasının Temelleri

Osmanlı’nın Hint politikasının ne denli köklü ve bu coğrafyaya verdiği önemin ne kadar büyük olduğunu göstermesi açısından Açe Darusselam Sultanlığı ile kurulan ilişkilerden önceki döneme bakmakta fayda var. Böylece, gerek Osmanlı’nın bölgeye verdiği önem, gerekse de Açe Darusselam Sultanlığı’nın Türkler ve Osmanlılar hakkındaki kanaatlerinin de nasıl oluştuğunu anlamak mümkün olacaktır.

Hint coğrafyası Türk tarihi açısından yabancı bir bölge değildir. Türkler, kadim doğu-batı ticaretinin Orta Asya bölümünde bulundukları gibi, zamanla Hint Okyanusu üzerinde gerçekleştirilen bu ticarette de rol almaya başladılar. Çeşitli Türk soylarının doğu’dan batı’ya göçleri de bu ticaret güzergâhı üzerinde, yani İran-Anadolu-Ortadoğu ve Avrupa istikametinde gerçekleşti.0 Osmanlı Devleti’ni kuran Oğuzlar Anadolu’ya gelirken, Timurların devamı olan bazı kollar Hint topraklarında kaldılar.

Osmanlı Devleti’nin, 1517’de Memlüklü Devleti’ne son vermesinden çok önceleri Anadolu Türkleri ile Araplar arasındaki ticari faaliyetler nedeniyle Türklerin Hint Okyanusu’nun önemini anlamaya başladığı söylenebilir.0

Osmanlı’nın Hint politikasının başlangıcı, daha 15. yüzyılın sonlarında Portekiz’in Hint Okyanusu’na açılması ve zamanla Hint Okyanusu’ndaki İslam ülkelerine ve bu ülkelerden Arabistan’a hacı taşıyan gemilere musallat olan Portekiz’e karşı mücadele Osmanlı’nın Avrupa ile arasında var olan kadim hesaplaşmasının bu sefer başka bir coğrafyada zuhur etmesine yol açtı. Denizci bir devlet olmayan Memlük Sultanlığı, Osmanlı’dan yardım talebinde bulunmasıyla Süveyş’te bir donanma teşkil edildi. Burada inşa edilecek gemilerin malzemelerinin yanı sıra, donanmada yer alacak askerler de Anadolu’dan gönderildi. Böylece Osmanlı’nın katkısıyla Anadolu Türk denizcilerinden oluşan Süveyş donanması kuruldu.0 Memlüklü Sultanlığı’nın Osmanlı’dan yardım istemesiyle başlayan süreç, Portekiz deniz gücüne karşı koyacak askeri yapılanmaya sahip olmayan bölgenin diğer devletlerinin talepleriyle devam etti.0

II. Bayezıd dönemiyle başlayan bu mücadele, özellikle Yavuz Sultan Selim önemli bir gelişme gösterirken, 46 yıllık Kanuni iktidarında zaman zaman devletin önceliği haline gelecek şekilde önem kazandı. Böylece, Osmanlı’nın Hint suyolu üzerindeki önemli bağlantı noktalarından olan Süveyş’teki Müslümanların egemenliğindeki ticari faaliyeti koruma adına ilk girişimleri 16. yüzyıl başları gibi erken bir dönemde başladı.

Bu bağlamda, şu somut gelişmelerin gündeme geldiği görülmektedir.

1502 yılından başlayarak gerek ticari yol, gerek Portekizlilerin Hint topraklarında egemenlik çabaları ve gerekse de hacıların güvenli bir şekilde kutsal topraklarda hac ibadetlerini gerçekleştirmelerine mani olan ulaşım meselesi nedeniyle Osmanlı, Hint Okyanusu ile yakından ilgilendi.0 Doğu-Batı ticaretinin kara bölümüne hâkim olan Osmanlı, aynı zamanda, Süveyş yoluyla Kızıldeniz üzerinden okyanustaki ticarete de müdahil olmayı arzuluyordu.

Osmanlı Devleti’nin Hint coğrafyasıyla ilgisinin bir diğer vechesini Hindistan’daki Türk devletleri oluşturuyordu. 16. yüzyılda Anadolu’daki Osmanlı Devleti ile Hint topraklarındaki Türk Devletleri arasında gerçekleştirilen kara ticaretinin Türklerin tekelinde olmasına mani olan Safevi Devleti’ydi. Osmanlı, zaman zaman Hint topraklarındaki Türk unsurlarına destek veriyordu. Öyle ki, Hindistan’daki Müslüman Türk devletlerinde Osmanlı Türklerinden olan subaylar ve askerler görev alıyordu. Özellikle topçu birliklerinin tamamı Osmanlılardan müteşekkildi.* Hindistan’daki önemli devletlerden biri olan Gücerat’ta0 görev yapan meşhur Türk komutanı Melik Ayaz, Portekizlilere karşı Gücerat Yarımadası yakınlarındaki Diu Adası’nı tahkim ettiği gibi, 1509 yılı gibi çok erken bir dönemde Hüseyin Bey komutasındaki birlikler Diu açıklarında bir Portekiz donanmasını mağlup etti.0-

6.1. Osmanlı’nın Okyanus’taki Gelişmelere Verdiği Tepki

Osmanlı Devleti, özellikle Moğol istilası ile büyük bir çöküş yaşayan İslam medeniyetinin temsilcisi olma vasfını yüklenerek, gerek Ortadoğu, gerek Kuzey Afrika ve gerekse Avrupa topraklarında önemli siyasi, ekonomik ve kültürel gelişmelere yol açtı. Temelde bir kara devleti olan Osmanlı Devleti, özellikle Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinin ardından, gerek iç denizlerde gerekse de okyanus sularında varlığını ispat etmeye başladı ve giderek önemli bir deniz gücü haline geldi. Osmanlı donanmasının Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’ndaki varlığı bunun en açık kanıtıdır. Osmanlı Devleti, özellikle Akdeniz’de Venedik, Ceneviz, Fransa ve Malta gibi Avrupa’nın önemli denizci milletlerine karşı tek başına mücadele verdiği gibi, Portekiz gibi Atlantik Okyanusu’na kıyısı olan ülkelerin dünya deniz yollarına hakim olma mücadeleleri karşısında tepki vermekte de gecikmedi. Bu bağlamda, 16. yüzyılda Hint Okyanusu’nda önce Portekiz, daha sonra da Hollanda ve İngiltere’ye karşı bir cephe oluşturduğunu ifade etmek gerekir.* Özellikle okyanustaki batılı güçlerin egemenlik mücadelesinde, gerek kendi coğrafyasını, gerek Hint Okyanusu civarındaki İslam sultanlıklarını ve gerekse de Hac yolunu ve kutsal toprakların güvenliğini sağlama adına Süveyş, Cidde, Basra, Moha ve Aden’de donanma bulundurmaya başladı.0

6.1.4. Diu Seferi ve Portekizlilerin Barış Teklifi

1538 yılı seferi öncesinde0 Portekizlilerin, Osmanlılarla anlaşma çabaları olumlu sonuç vermediği görülür. Gücerat Sultanı Bahadır Şah’ın yardım talebi üzerine0 Hadım Süleyman Paşa’nın gerçekleştirdiği 1538’deki Diu Seferi0, Portekiz’i sarsmış olsa da, gerekli başarı elde edilemediği gibi, bölgeye büyük çaplı bir diğer girişimde yapılamadı. Portekiz, Osmanlı’nın bir diğer seferde bulunması ihtimaline karşı Kızıldeniz’de karşı harekâta girişerek Süveyş’i almaya kalkıştı.0

1538 Diu Seferi’ni takiben, Osmanlı Devleti’nin Hint Okyanusu’na bir deniz filosu göndereceğini haber alan ve Avrupa’dan tanıdığı Osmanlılar ile Hint denizlerinde mücadele vermekten çekindiği için Portekiz Kralı 1541 yılında Osmanlı’ya barış teklifinde bulundu. Bu konuda her iki taraf arasında ne gibi gelişmeler yaşandığı konusunda hiçbir bilgi bulunmamakla birlikte, Osmanlı Devleti’nin, Portekiz’in barış teklifini reddettiği anlaşılıyor.68

Hindistan kıyılarındaki Portekiz güçlerini hedef alan 1538 Diu Seferi’ni müteakip0, Osmanlı Kızıldeniz’de ve civarında egemenliği tam anlamıyla ele geçirdiyse de, Osmanlı’nın doğu Avrupa’daki gelişmelerden nefes almaya fırsat bulur bulmaz Hindistan meselesine yoğunlaşacağını ve böylece egemenliklerini kaybedeceklerini bilen Portekizliler, Diu benzeri bir seferin tekrarlanmaması amacıyla 1540-41 yıllarında Kızıldeniz’e baskınlar düzenlemekten geri kalmadılar.70

Portekiz tehdidine rağmen, Osmanlı’nın güttüğü bu politakının bir sonucu olarak, Güneydoğu Asya’nın siyasi, askeri ve ekonomik anlamda önemli bir gücü olarak ortaya çıkmaya başlayan Açe Darusselam Sultanlığı ile Ortadoğu arasındaki ticari faaliyet artmaya başladı. 1550’li yıllardan başlayarak 16. yüzyılın büyük bir bölümünde, Açe gemileri Uzakdoğu ürünlerini Ortadoğu’ya ulaştırma başarısı gösterdi. Ortadoğu’dan Avrupa pazarına dağılan biber, Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu biberin yarısını karşılıyordu.71 Ayrıca, zamanla ipek üretimi de önemli bir ticaret metaı haline geldi.72

16. yüzyıl ortalarında baharat ticaretinin yeniden artış göstermesi dikkate alındığında, Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndaki askeri girişiminin başarılı olduğunu söylemek mümkün.0 Bu gelişme Müslüman tüccarların ve Açe Darusselam Sultanlığı’nın da aralarında bulunduğu bölge ülkelerinin bu ticaretten kazançlı çıktığını gösterdiği gibi, Portekizliler için de ne denli bir kayıp olduğunu daha sonraki gelişmeler ortaya koyacaktır.

6.1.5. 1550’li Yıllar

Osmanlı’nın Hint Okyanusu’ndaki gelişmelere ne denli duyarlığı olduğunun diğer göstergeleri yüzyıl ortalarına doğru ortaya çıkmaya başladı. Bir kez daha Hint meselesiyle ilgilenmeye başlayan Osmanlı, 1546 yılında Basra’yı alarak burada 15 gemilik bir donanma teşkil etti ve Hürmüz Boğazı kontrol altına aldı.0 Ayas Paşa komutasındaki Osmanlı güçleri, 26 Aralık 1546’da Basra’yı ele geçirdikten hemen sonra, 1547 yılında Basra’ya, Beylerbeyilik statüsü verildi.

Osmanlı’nın yetiştirdiği en önemli denizcilerinden biri olan ve çizdiği dünya haritası ile dünya denizcilik tarihine adını yazdıran Piri Reis’i 1551 yılında Hint Amiralliği’ne atandı.0 İlk defa Hadım Süleyman Paşa tarafından ele geçirilen, ancak daha sonra Portekizlilerce geri alınan Aden’i yeniden Osmanlı topraklarına katmak suretiyle Hint Okyanusu’ndaki ilk başarısını gösterdi. Bunun ardından, 1552 yılı Nisan ayında Portekizlilerin 40 yıl önce ele geçirdikleri Hürmüz’ü 30 gemilik bir kuvvetle, bir ay süreyle hem karadan hem de denizden kuşatan Piri Reis, şehri almayı başaramadı ve Basra’ya geri dönmek zorunda kaldı.76

Portekiz güçlerine kayıp verdirilmesine rağmen, zafer elde edilemedi. Donanmanın tamiri için Basra’ya geçen Piri Reis burada görevli olan Kubat Paşa’dan gerekli yardımı göremeyince, üç gemi ile Süveyş’e dönmeye karar verdi. Yolda 70 gemilik Portekiz güçleriyle karşılaştı, bir gemisi Bahreyn açıklarında batırıldı, ancak iki gemiyle Süveyş’e döndü.77 Piri Reis, İstanbul’a dönüşünde, Padişah’ın kızgınlığını gidermek amacıyla elde ettiği ganimetin bir bölümünü götürdüyse de, emirlere muhalefet, emanet edilen donanmanın bozguna uğraması ve Osmanlı’nın prestij kaybına uğraması nedeniyle bu sefer başarısız kabul edildi. Bunun sonucu olarak Kanuni, Piri Reis’in idamına karar verdi0 Piri Reis’in yerini alan Murat Reis de, Hürmüz Körfezi’nde Portekizliler karşısında 1552 yılında benzer bir başarısızlıkla karşılaştı.

Bu dönemde Halep’te bulunan Kanuni, Hint kaptanlığına yanında bulunan Seydi Ali Reis’i atadı. Seydi Ali Reis, Halep’ten 7 Aralık 1553 tarihinde yola çıkarak Basra’ya geçti (3 Şubat 1554)0. 15 gemi ile Hürmüz’e açılan Seydi Ali Reis, karşısına çıkan Portekiz güçleri karşısında altı gemisini kaybetti.0 Portekiz güçleri ve kötü hava koşulları nedeniyle Hint denizinde dolaşmak zounda kaldıktan sonra Gücerat’ta karaya çıktı. Donanmayı ve topları buradaki Müslüman yönetimine devrederek uzun bir süre devam edecek karayolu yolculuğu ile İstanbul’a döndü.0 Seydi Ali Reis’in Hint Okyanusu seferi Osmanlı Hint deniz tarihinde Portekizlilerle gerçekleştirdiği en ciddi mücadele kabul edilir.

7. Portekiz’in Bölgedeki Varlığı ve Sonuçları

Temel politikası ticarette tekel kurmak, askeri üstünlük sağlamak ve Hıristiyanlığı empoze etmek olan Portekizlilerin gerçekleştirmeyi istedikleri bu hedefler, yüzyıllardır bölgede barış içerisinde ticari faaliyette bulunan bölge halkları üzerinde büyük bir endişe ve kaygıya yol açtı. Portekizliler bölgede sömürgeci politikasının bir uzantısı olarak, bölgedeki İslam sultanlıkları arasındaki çekişme ve düşmanlıkları kullanmak suretiyle birtakım ittifaklar tesis etme başarısı gösterdi.82 Bu süreçte özellikle, Malaka şehir devletinin mirasçısı iddiasıyla ortaya çıkan Cohor Sultanlığı ile Portekiz’e karşı Sumatra Adası’nın kuzeyinde kurulan Açe Darusselam Sultanlığı arasındaki siyasi ve ticari temele dayalı anlaşmazlıkların önemli bir rolü oldu.83

Portekizlilere karşı verilen mücadelenin temel nedenlerinden biri Portekiz’in yukarıda zikredilen emperyalist tutumundan kaynaklanıyordu. Portekizlilerin bölgeye gelmeden önce:

a)Hindu-Budist krallıkları ve İslam sultanlıklarına ait liman şehirlerinde uluslararası ticaret barış içerisinde devam ettiriliyordu.

b)Yabancı tüccarlar gerek kendi aralarında gerek yerli halkla etkileşim içerisindeydiler. Bu nedenle söz konusu liman şehirleri sadece ticari faaliyetin değil, sosyal ve kültürel etkileşimin de üst düzeyde seyrettiği mekânlardı.

c)Portekizlilerin 150 yıl boyunca bölgede kalmaları akkültürasyon sürecine yol açtı. Bölge halklarından bazıları bu akkültürasyon sürecine yoğun olarak muhatap oldular. Gerek dil, gerek din bakımından özellikle Flores’den Timor’a, Molukkas’dan Lesser Sunda Adaları’na kadar olan bölgede yayılma gösterdi.84

8. Portekiz Deniz İmparatorluğu’nun Çöküşü

Büyük hedeflerle doğu sularına açılan Portekizlilerin arzu ettikleri başarıyı sağladıklarını söylemek güç. Bunun gerek Avrupa’daki gelişmeler, gerekse Hint Okyanusu’nu çevreleyen coğrafyadaki İslam devletlerinin ve bu devletlerle ilişki kuran Osmanlı Devleti’nin verdiği mücadele ile yakından ilişkisi vardır. 16. yüzyıl başlarında Malaka Boğazı çevresinde hâkimiyet kurma çalışmaları Sumatra Adası’nda Açe Devleti’nin verdiği mücadele ile akamete uğradı. İlk etapta Pasai’de tutunmaya çalışan Portekiz, daha sonra Cava, Banten ve doğu-batı ticaretinin aktarma noktası olan Kızıldeniz girişinde tutunmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Portekiz’in varlığı temelde Hindistan’da Goa ve Diu ile Malaka şehir devletiyle Hint Okyanusu’nda doğal sınırlarına erişti.85

Doğu’nun zenginliğinin keşfedilmesinde İspanya ile birlikte öncü rol oynayan Portekiz, 1509 yılında başladı bu serüvende o dönem Avrupa’sında hayal edilemeyecek gelirler elde etti. Ancak bir süre sonra, diğer Avrupalı güçlerin bu ekonomik gücü paylaşma yarışına girmesiyle Portekiz’in ekonomik ve siyasi gücünde gerileme görülmeye başladı.

Hollanda, 1595 yılında ilk ticaret filosunu Güneydoğu Asya’ya göndermek suretiyle bu paylaşımın önemli bir aktörü olacağını kısa sürede gösterdi. Dönemin küresel ticari faaliyeti bağlamında ortaya konan mücadelenin büyüklüğü karşısında Hollandalı tüccarlar güçlerini birleştirerek 1602 yılında, “17’ler Meclisi” adı verilen birlik Hollanda Doğu Hint Şirketi’ni (VOC) kurdu.86 Kısa sürede gelişme gösteren bu birlik, 1619 yılında Batı Cava’daki Cakarta’yı ele geçirdi. Buraya Batavya adını vererek Güneydoğu Asya’daki faaliyetlerinin üssü haline getirdi.87

Portekiz’in Malaka Boğazı’nda sahip olduğu askeri gücü, sadece yerli sultanlıklara karşı kullanılabilecek büyüklükteydi. İspanya Katolik Krallığı’ndan bağımsızlığını kazanan Hollanda, Avrupa’daki bu yükselişine paralel olarak Güneydoğu Asya’da da önemli bir güç olmaya başladı. Bu bağlamda, 1606 yılından başlayarak Hollanda deniz gücü Malaka Boğazı ve çevresinde Portekize karşı üstünlük kurmaya başladığı görülür. Bu yıllarda, Portekiz hakimiyetindeki Malaka Şehri’ne Hollandalıların ilk saldırısı gerçekleşti.88

14 Ocak 1641 tarihinde Açe ve Cohor ile işbirliği yapan Hollandalılar Portekizlilerin Malaka’daki varlığına son verdi. Böylece Hollanda, sadece Cava Adası’nda Batavya’da değil, aynı zamanda, Malaka şehrini de ele geçirmek suretiyle güneydeki sömürge faaliyetlerini iki güçlü merkezden yönetmeye başladı.89 Hollanda, bölgedeki egemenliğini sağlamlaştırmak, yerli sultanlıkların Portekizle işbirliği yapmasına mani olmak gibi nedenlerle Portekiz’in gerek Seylan, Koromandel ve Malabar’daki egemenliğine de son verdi.90

9. Sonuç

Osmanlı Devleti’nin, Mısır’ı ele geçirmesiyle başlayan Hint Okyanusu politikası, sırasıyla Selman Reis, Hadım Süleyman Paşa, Piri Reis, Seydi Ali Reis komutasındaki Süveyş ve Hint Donanmalarının Portekizlilerle önemli mücadelesine sahne oldu. Bu süreçte, Selman Reis’in Cidde’nin savunulmasındaki başarısı, Aden’i alması olumlu bir başlangıç sayılabilir. Hadım Süleyman Paşa’nın Diu önlerinden geri dönmesi; Piri Reis’in Hürmüz’de başarısız olması ve Umman Denizi’ne hakim olma çabalarının Portekizlilerce engellenmesi, Seydi Ali Reis’in Portekizliler karşısında mağlubiyeti başarısızlık olarak telakki edilebilir. Bunun sonucu olarak, Osmanlı Devleti sadece Süveyş’in ve Kızıldeniz’in kontrolünü elinde tutarken, Hint Okyanusu’nda Portekizlilerin etkin olduğu görülür.0

Portekizlilerin yaklaşık 150 yıl süren Hint Okyanusu macerasının başarısızlıkla sonuçlanıp, yerini Hollanda Krallığı’na bırakmasında, Açe Darusselam Sultanlığın’ın Osmanlı Devleti ile ittifak kurmak suretiyle verdiği mücadelenin önemli bir payı olduğu düşünülebilir. Söz konusu sultanlık, kurucusu Ali Mughayat Şah’dan başlayarak Portekizlilerle girilen mücadelenin boyutları zamanla genişleme gösterirken, Sultanlık ihtiyaç duyduğu nitelikli ordu ve teçhizatın temini için başta Osmanlı Devleti olmak üzere Hindistan’daki Müslüman sultanlıkları gibi bölge ülkeleri ile çeşitli defalar temaslar ve ittifaklar kurma yoluna gitti. Bu süreçte özellikle üçüncü sultan Ali Riayat Şah el-Kahhar, Portekiz tehdidinin büyümesi üzerine çok daha nitelikli bir ordu ve donanma ihtiyacının farkındaydı ve bunu geçrekleştirme yollarını arıyordu. Osmanlı’ya yaptığı talep kabul görmesi üzerine Açe’ye gönderilen Türk askeri uzmanları Açe kara ve deniz birliklerinin eğitiminde önemli rol aldılar.92 Türk askerlerinin Açe devletinin gerek bizzat savaşarak orduda gerekse ordu teşkilatının yenilenmesinde önemli rol oynaması Türklerin İslam dünyasının askeri alt yapısını oluşturmasının bir başka örneğini teşkil eder.93

Meseleye uzun vadede bakıldığında, 16. yüzyıl başlarından itibaren Kızıldeniz ve Basra Körfezi’nde Osmanlı Devleti’nin, aynı yüzyılın her iki diliminde de Açe Darusselam Sultanlığı’nın Malaka Boğazı civarında Portekizlilere karşı verdiği mücadele sadece Hint Okyanusu’da değil, aynı zamanda, Avrupa’da da Portekiz’in sonunu getirdi. Gerek doğu’da gerekse batı’da Portekizlilere karşı girişilen mücadelede Gücerat Sultanlığı anahtar rol oynadı. Gücerat, sadece askeri alanda değil, ticari ilişkiler bakımından da Açe ile Osmanlı arasında bir köprü vazifesi gördü.0 Hint Okyanusu’nda yaşanan bu gelişmelerin yanı sıra, Portekiz’in Hint sularında yüzyılı aşkın devam eden varlığını sona erdiren temel amillerden biri, Osmanlı’nın Fas’ı Portekiz’den alması oldu. Portekiz, doğudaki ticari faaliyetinden elde ettiği geliri, Atlas Okyanusu’nda Osmanlı ile mücadelesinde harcamak durumunda kaldı. Portekiz’in buradaki mağlubiyetinin akabinde İspanya, Portekiz topraklarında hâkimiyeti ele geçirdi.0

Osmanlı’nın Hint Okyanusu’da vermiş olduğu mücadelede arzu edilen başarının yakalanamamasında, Akdeniz’e uygun inşa edilen kadırgaların Hint Okyanusu’nda etkisiz kalışının bir rolü olduğunu söylemek mümkün.0 Osmanlı Devleti, görünürde Hint Okyanusu’nda başarılı olmamış olsa da, doğu-batı ticaretinde tekel olmayı hedefleyen Portekiz’i sonunda bu bölgeden çekilmesinin temel nedenlerinden biri Osmanlı ile girdiği mücadele oldu.

16. yüzyıl ilk yarısı boyunca Hint Okyanusu’nda Osmanlı-Portekiz karşılaşmasının en önemli sonucu, Portekiz’in deniz imparatorluğu’nun Hint Okyanusu’nda hâkimiyeti sağlayamaması oldu. Yakın döneme kadar, Portekiz’in Hint Okyanusu’na gelişi ile birlikte Doğu-Batı ticaretinde Ortadoğu bağlantısının bütünüyle sona erdiği görüşü artık etkisini yitirdi. Özellikle Amerikalı tarihçi Frederic C. Lane, Baruadel, Magalhaes Godinho ve C. R. Boxer gibi tarihçilerin çalışmaları bu gerçeği ortaya koymaktadır. Örneğin, Lane, dönemin Vatikan’daki Portekiz elçisinin verdiği bilgiye dayanarak Ortadoğu’ya baharat girişindeki artışa değinir. Yukarıda da değinildiği üzere, Açe Darusselam Sultanlığı’nın yüzyıl ortalarında Ortadoğu ile kurduğu ticari ve siyasii ilişkiler bunun kanıtıdır. Bununla birlikte, sömürgeciliğin Hint Okyanusu’ndaki varlığının uzun vadeli sonuçlar doğurması bakımından son derece önemli olduğu da unutulmamalıdır. Bu süreçte, Ortadoğu’nun ekonomik zararı bir yüzyıl sonra ortaya çıkmaya başladı. Asıl büyük gelişme ise Hollandalıların bölgeye gelmesi ile başladı.

Dr. Mehmet Özay

Uhud - Dursun Ali Erzincanlı

Link: Uhud - Dursun Ali Erzincanli

Bak Burası Aktütün!



Genelkurmay ve Başbakan tarafından eleştirilen ve haberi yalanlanan Taraf Gazetesi bugün yeni bir görüntü yayınladı. Bugünkü belge ise direk Aktütün'ü gösteriyor.

BAŞBUĞ'A İSTİFA ET ÇAĞRISI

Aktütün'e ait yeni fotoğraf yayınlayan gazete, tepe isimleriyle de Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'a üstü kapalı istifa çağrısı yaptı. Gazetenin tepe isimleri Ahmet Altan ve Yasemin Çongar'ın köşe yazıları, birbirine benzemeyen iki genelaralin hikayesiyle birlikte, okuyucular "Başbakan paşası olanlar da vardı" başlığıyla sunuldu.

Veriler örneklerden ilki Fransa diğeri de Amerika'dan. Haberde Fransa Genelkurmay Başkanı Cuche'nin, emrindeki askerlerin kuru sıkı mermi kullanması gerekirken gerçek mermi kullandığı bilgisine yer verildi. Cuche, 17 sivilin yaralanmasına neden olan bu olayın ardından istifa etmek zorunda kalmıştı. Gazetenin verdiği diğer bir örnek ise Amerikalı Tuğgeneral Dahran'ın istifa haberi. Dahran, askeri tesisdeki patlama nedeniyle 19 Amerikalı havacı asker ölmüş, bu olayın ardından istifa etmişti.

İşte Gazetenin manşeti...

Direnişi Anlamak ve Günümüz Cihadi Hareketleri



İslam Dünyası’nın dört bir yanında işgal güçlerine karşı direniş gösteren “Cihadi Hareketler” hakkında bilgi vermeden önce, direnişin nedenleri üzerine birkaç hatırlatmada bulunmak istiyorum. Bugün eğer Asya’dan Somali’ye kadar uzanan “Cihadi Hareketler”i ve bu hareketlerin bir araç olarak kullandıkları silahlı direnişi anlamak istiyorsak, öncelikle sebepler üzerine eğilmeli ve doğru cevaba götürecek sorular sormalıyız. Fakat haber ajanslarını ve medyayı elinde tutan Batılı Güçler, ustaca uyguladıkları dezenformatik yöntemlerle insanların sebepler yerine sonuçlara yoğunlaşmasını sağlıyorlar. Bu sebepleri görmezden gelmek ise dünyadaki şiddet sarmalının daha da büyümesine neden oluyor.

DİRENİŞİ ORTAYA ÇIKARAN FAKTÖRLER

Müslümanlar bugün acımasız bir işgal dalgasıyla karşı karşıya. Irak, Filistin, Afganistan, Patani, Çeçenistan , Keşmir, Somali, Filipinler ve Doğu Türkistan’da her gün insanlar katlediliyor. Batılı askeri güçler Müslüman Halkların dinine, onuruna, kültürüne, kimliğine, namusuna, tarihine hakaretler yağdırıyor. Müslümanların petrolleri, doğalgazları, madenleri işgal güçlerin himaye ettiği çokuluslu şirketler tarafından talan ediliyor, İslam Toprakları’nın zenginlikleri çalınıyor. Guantanamo, Bagram ve Ebu Garib Hapishanelerinde; Patani’deki toplama kamplarında binlerce Müslüman Esir son derece gayri insani şartlar altında yaşam mücadelesi veriyor, çeşitli işkencelere maruz kalıyorlar. Patani’de, Irak’ta, Filistin’de esir olarak tutulanlar arasında 500’den fazla kadın tutsak da var. Müslümanların en kutsal mekanları,-Mescid-i Aksa, Mekke, Ebu Hanife Camii- işgal altında. Gazzeliler sırf seçimlerde HAMAS’a oy verdikleri için açlığa, susuzluğa mahkum edilmiş durumdalar. Gazze’deki hastanelerde ilaç olmadığı için hayatlarını kaybeden Filistinlilerin sayısı çoktan 50’yi aştı. Çeçenistan’da 25O binden fazla sivil insan, Rus Kuvvetleri tarafından acımasızca katledildi. Hal-i pürmelâli böyle olan bir topluluk direnmesin, isyan etmesin, öfkelenmesin de ne yapsın. Bu şartlarda yaşayan Müslüman Halklara, savaş baltalarınızı toprağa gömün, seslerinizi çıkartmayın, silahlarınızı teslim edin demek sizce ne kadar doğrudur?

MÜSLÜMANLAR SAVUNMA SAVAŞI VERİYOR

İslam Dünyası’nda işgaller, zulümler, acılar yaşandıkça direnişler, isyanlar, başkaldırılar da büyüyerek sürecek. Müslüman Kadınların namuslarına el sürüldükçe, minicik çocuklar acımasız bir şekilde katledildikçe Müslüman Gençler arasından daha çok canlı bombalar, cihadcılar, şehadet âşıkları çıkacak. Bu savaşı Müslümanlar başlatmadı ve şu an yeryüzünün hiçbir yerinde, hiçbir toprak parçası Müslüman Halklar tarafından işgal altında tutulmuyor. Müslüman Halklar sadece bir savunma savaşı veriyorlar ve bu da son derece hukuki ve insani bir haktır. Siz eğer Bağdat’ta, Kandahar’da, Filistin’de insanların canlarını yakarsanız, bir gün; hiç beklemediğiniz bir anda sizin de canınız yanabilir. İşgal altındaki İslam Toprakları’nda yaşanan acılar bugün öfkeli, hınçlı, ruhlarında fırtınalar kopan bir gençlik yetişmesine neden oldu. Bu gençlik direnmek; hakarete uğrayan, küçük düşürülen onurunun, namusunun, dininin hesabını sormak istiyor. Bu gençlik Ebu Gureyb’de, Cenk Kalesi’nde, Telafer’de, Cenin’de Felluce’de yaşanan acıların eseridir. Batı, dün ektiği rüzgar nedeniyle bugün fırtına biçiyor ve bu fırtına her geçen gün daha da büyüyor. Artık, Bağdat, Kudüs, Kabil tehlike altındaysa, Washington, Londra, Telaviv, Paris ve Milano’da tehlike altında. Bugün Batı’dan aheste aheste çıkan ah’lar; mustazafların, mazlumların ah’larıdır. Atalarımız boşuna dememişler; “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste” diye.

Şimdi de işgal altındaki İslam Toprakların’da özgürlük mücadelesi veren “Cihadi Hareketler”i tanımaya çalışalım:

TALİBAN KABİL’E GİRER Mİ?

İşgal güçlerine karşı silahlı direnişin sürdüğü ülkeler arasında Müslüman Savaşçıların en aktif olduğu bölge şu an hiç süphesiz Afganistan. Son aylarda başta NATO Yetkilileri olmak üzere Batılı bir çok siyasetçi ve araştırmacı 7 senelik savaşın galibinin Taliban olduğu yönünde açıklamalarda bulundu. NATO’ya bağlı silahlı güçler ise bu yıl hiç beklemedikleri oranda kayıplar veriyorlar. En son 10 Fransız Askeri’nin birden öldürülmesi sadece Fransa’da değil; bütün Avrupa’da büyük bir şok etkisi oluşturmuştu. Amerikan Ordusu’nun verilerine göre, 2007'den beri Taliban’ın Afganistan’ı işgal eden NATO Güçleri’ne yönelik saldırıları yüzde 40 oranında arttı. Son 3 ay içinde ise Afganistan'daki yabancı asker kayıpları Irak'taki kayıpları geçti. Taliban şu an Afganistan’ın güney bölgelerinin bir çoğunu kontrolü altında tutuyor ve gün geçtikçe de hakimiyetini daha da genişleterek Kabil’e doğru ilerliyor. Afgan Halkı’nın büyük bölümünün desteğini arkasına alan Taliban’ın bir başka avantajı ise bünyesinde son derece profesyonel savaşçıları barındıran Afgan El Kaide’si ile eylem birliği yapması. El Kaide Lideri Usame bin Laden’in, Taliban Lideri Molla Ömer’e bağlılığını bildirmesinin ardından bu iki grup arasındaki işbirliği en üst düzeye çıktı. Afganistan’daki Taliban ve El Kaide Savaşçıları İslami anlayış olarak farklı ekollere mensup olsalar da -Taliban Hanefi, El Kaide Selefi- işgal güçlerine karşı yürütülen cihad da ortak hareket ediyorlar. Ayrıca Taliban artık Afganistan’da İslam Devleti kurmak için mücadele eden 3-5 Molla’yı içinde barındıran bir oluşum olmaktan çıkarak, Afgan Halkı’nın bağımsızlık iradesini temsil eden siyasi ve askeri bir harekete dönüştü.

IRAK DİRENİŞİ VE GRUPLAR

Irak direnişi kitle olarak üç sosyal yapıya dayanıyor. Bu yapılar şunlar: “Iraklı İslamcılar, yabancı direnişçiler ve milli-dini gruplar.” Direnişin ana gövdesini oluşturan Iraklı İslamcılar desteklerini daha çok Sünni Halktan alıyorlar. Iraklı İslamcılar şu an “Islah ve Cihad Cephesi” ile “Cihad ve Değişim Cephesi” isimli 2 siyasi oluşumun altında toplandılar. “Islah ve Cihad Cephesi”nin çatısı altında mücadele eden grupların en etkilileri: Irak İslam Ordusu, Mücahidler Ordusu, Irak İslami Direniş Cephesi ve Irak’ın Hamas’ı Grubu. “Cihad ve Değişim Cephesi”nin bünyesinde ise; 1920 Devrim Tugayları, Raşidin Ordusu, Rahmanın Askeri Seriyyeleri, Sultan Fatih Tugayları isimli direniş grupları faaliyet göteriyor. Irak’ta etkin olan bir başka grup ta El Kaide’nin Irak kolu olarak bilinen Irak İslam Devleti Grubu. Bu grup daha çok Suudi Arabistan, Ürdün, Suriye gibi ülkelerden gelen gençlerden oluşuyor. Bu grup ABD güçlerine ve Irak’taki işbirlikçi unsurlara işgalin başından beri büyük kayıplar verdirdi. Irak’ta son zamanlarda bir hayli ön plana çıkan bir başka grup ise Ensar el İslam Grubu. Geçmiş yıllarda sadece Kuzey Irak’ta etkili olan grup, artık Irak’ın bütün bölgelerinde eylem yapabiliyor. Ensar el İslam’ın liderliğini şu an Abdullah Şafii isimli bir Kürt yürütüyor. Ensar el İslam’ın tabanı Kürtlere dayansa da, grubun içinde birçok Arap direnişçi de bulunuyor.

FİLİSTİN VE İSLAMİ DİRENİŞ

Filistin’de İsrail işgaline karşı mücadele veren direniş grupları 1975’li yıllardan önce, daha çok sol silahlı gruplardan oluşuyordu. İsrail Askerlerini öldüren, uçak kaçıran, Avrupa’daki İsrail Elçiliklerine bombalı saldırılar düzenleyen bu örgütlerin en popüler olanları ise Yaser Arafat’ın lideri olduğu Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve George Habbas’ın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHK-C) örgütleriydi. 1987 yılından itibaren ise Mısır İhvan-ı’nın Filistin kolu olarak bilinen Hamas’ın yıldızı parlamaya başladı. Şeyh Ahmet Yasin tarafından kurulan Hamas, 1992 yılında silahlı kanadı İzzettin el Kassam Tugayları’nı oluşturarak İsrail’e karşı düzenlediği askeri eylemlerini yoğunlaştırdı. İsrail işgaliyle mücadele için ödediği büyük bedeller Hamas’ı her geçen gün daha da büyüttü ve Filistin Halkı’nın oyları Hamas’ı iktidara taşıdı. Liderliğini Halid Meşal’in yürüttüğü Hamas hem silahlı, hem de siyasi direnişi başarıyla yürütebilen dünyadaki ender örgütlerden biridir. Filistin’deki etkin silahlı gruplardan biri de 1980 yılında Fethi Şikaki ve Abdülaziz Avde tarafından kurulan İslami Cihad Örgütü’dür. İslami Cihad Örgütü’nün fikri oluşumunda özellikle Seyyid Kutub’un düşüncelerinin büyük etkileri olmuştur. İslami Cihad Örgütü, ismini ilk olarak 24 Mayıs 1982’de İsrail İşgal Güçleri ve bir Fransız elçiliğine yönelik gerçekleştirdiği bombalı eylemlerle duyurdu. Örgütün kurucusu olan Fethi Şikaki’nin 1995 yılında Malta’da MOSSAD tarafından şehid edilmesinin ardından İslami Cihad’ın liderliğine Filistinli bir akademisyen olan Dr. Ramazan Abdullah Şallah getirildi. İslami Cihad Örgütü, askeri kanadı olan Kudüs Seriyyeleri aracılığıyla İsrail hedeflerine yönelik saldırılar düzenlemeye devam ediyor.

ÇEÇENYA’DAKİ EMİRLİK İLANI

Rus işgali altındaki Çeçenistan da, Müslüman Direnişçilerin yıllardır mücadelelerini sürdürdükleri işgal altındaki bir başka İslam Coğrafyası. Mashadov, Hattap, Ebu Velid, Şamil Basayev, Sadullayev ve Ebu Hafs gibi önemli önderlerini şehid veren Çeçen Direnişi, yeni ve genç komutanların önderliğinde Ruslara karşı verdiği mücadeleyi sürdürüyor. Abdulhalim Sadullayev’in ardından liderliğe seçilen Dokko Umarov’un 7 Kasım 2007'de Çeçen İçkerya Cumhuriyeti’ni (ÇİÇ) feshedip Kafkasya Emirliği’ni ilan etmesiyle Çeçen Direnişi yapısal bir değişiklik gerçekleştirdi. Emirlik ilanıyla, savaşı Çeçenistan Topraklarından çıkarıp Kafkasya’nın geneline yayan Umarov’un bu kararı Çeçenistan’daki mücadele için büyük bir devrim anlamına gelmektedir. Çeçen Direnişi’nin geçmişte siyasi olarak bağlı olduğu Çeçen İçkerya Cumhuriyeti’nin anayasası İslami olmayan seküler ilkelerden oluşuyordu. Dokko Umarov, emirlik ilanıyla hem Çeçen Direnişini daha disiplinli ve örgütlü bir yapıya kavuşturdu, hem de direnişi tam bir İslami çizgiye oturtmuş oldu. İçlerinde bazı yabancı Mücahidleri de barındıran direnişçiler şu an hem Çeçenistan’ın içinde, hem de Kafkasya’nın diğer bölgeleri olan Kabardey-Balkar,Karaçay-Çerkesya ve Kuzey Osetya’da Rus İşgal Güçlerine karşı operasyonlarını sürdürüyorlar.

KEŞMİR VE HİZBÛL MÜCAHİDİN

1947 yılından beri Hindistan’ın işgali altında bulunan Keşmir'de silahlı direniş hareketleri ilk defa Hindistan Askerlerinin Müslüman kadınları kaçırmaya başlamasına tepki olarak ortaya çıktı. Keşmir’de bugün yaklaşık 15 silahlı direniş grubu Hindistan işgaline karşı mücadele veriyor. “Birleşik Cihad Konseyi” adı altında bir üst çatı oluşturarak birlikte hareket etme kararı alan direniş hareketlerinin en güçlüsü Hizbûl Mücahidin Grubu’dur. Birleşik Cihad Konseyi’nin başkanlığını da aynı zamanda Hizbûl Mücahidin’in lideri olan Emir Selahaddin yürütüyor.1989 yılında silahlı direnişe başlayan Hizbûl Mücahidin, rahmetli Mevdudi tarafından kurulan Cemaati İslami tarafından da yoğun şekilde destekleniyor. Keşmir’de cami arazilerinin üzerine Hindu tapınakları yapılmak istenmesi üzerine başlayan ve 2 aydır süren gerginlik sürecinde Hizbûl Mücahidin halka isyan çağrısı yaptı ve Hindistan hedeflerine yönelik üst üste düzenlenen bombalı saldırıların birçoğunu da üstlendi. Hizbûl Mücahidin Grubu’ndan sonra Keşmir’de en etkili olan grup ise Leşker-i Tayyibe Grubu’dur. Hafız Muhammed Said tarafından kurulan Leşker-i Tayyibe, düşünce olarak selefî ekole yakın durmaktadır. Bedir Grubu, Ensarlar Cemaati ve Mücahidler Hareketi de Keşmir’in özgürlüğü için direnen grupların önde gelenleri arasında sayılabilir.

SOMALİ`DEKİ GENÇ MÜCAHİDLER HAREKETİ

Yıllardır iç savaş nedeniyle kaos ortamının hakim olduğu Somali'de, 2006 yılının ortalarında İslami Mahkemeler Birliği ilk olarak güney Somali’nin ana bölgelerini ele geçirdi. Daha sonra toprak ağaları tarafından yürütülen terör faaliyetlerine son veren İslami Mahkemeler Birliği, Başkent Mogadişu’ya girerek İslam Devleti’ni ilan etti. 6 ay içinde Somali’deki kabile savaşlarının tamamını bitiren İslami Mahkemeler Birliği sayesinde ülkeye huzur ve güven geldi. Şeyh Yusuf Şerif’in liderliğindeki İslam Mahkemeleri’nin iktidara gelmesiyle Somali’nin yeraltı zenginliklerini artık sömüremeyen ABD, bölgedeki en önemli müttefiği olan Etiopya ile birlikte İslam Mahkemeleri’nin yönetimine son verip ülkeyi işgal etti. İslam-i Mahkemeler Birliği’ne bağlı Müslüman Direnişçiler uzun bir süredir bölgedeki işgal güçlerine karşı amansız bir savaş veriyor. İslam Mahkemeleri Birliği, genelde iki eğilime sahip olan Müslüman Savaşçıları bünyesinde barındırıyor. Birinci eğilim; İhvan-ı Müslimin ekolünü benimseyen Müslüman Savaşçılar, diğer eğilim ise Selefiler. Somali’de işgal güçlerine karşı verilen silahlı direnişte kendilerini “ Genç Mücahidler Hareketi” diye isimlendiren bir grup, gerçekleştirdiği eylemlerle son 5 aydır bir hayli ön plana çıktı. Genç Mücahidler Hareketi aslında önceden İslami Mahkemeler Birliği’nin askeri kanadını oluşturan askeri bir gruptu. İslami Mahkemeler Birliği, ismini kısa bir süre önce “Somali'nin Yeniden Özgürlüğü Birliği” şeklinde değiştirip ABD Destekli mevcud Somali Yönetimi ile görüşmelere başlayınca Genç Mücahidler Hareketi, Mahkemeler Birliği’nden koparak El Kaide’ye bağlandığını açıkladı. ABD tarafından terör örgütü listesine alınan Genç Mücahidler Hareketi’nin lideri şu an Ebu Mansur isimli Somalili bir genç. İçinde Arap Savaşçıları da barındıran Genç Mücahidler Hareketi, başkent Mogadişu dışındaki tüm bölgelerde şu an bir hayli etkin konumda.

PATANİ DİRENİŞİ GÜÇLENİYOR

Patani’deki silahlı direniş de tıpkı, Afganistan, Filistin, Irak, Çeçenya ve Afganistan’da olduğu gibi Müslüman Savaççılar tarafından yürütülüyor. Budist Tayland Hükümeti’nin zulmüne karşı mücadele eden Patanili Direniş Grupları son 5 yıldır bir hayli güçlendi. Bugün sayıları 16’yı bulan direnişçi hareketlerin en güçlüsü “Patani Halk Kurtuluş Cephesi”dir. Cephenin çatısı altında irili ufaklı bir çok grup bulunuyor. Son yıllarda dikkat çeken diğer bir direniş grubu da, “Patani İslami Mücahidin Hareketi”dir. Afganistan’dan dönen bir grup Patani’li savaşçı tarafından kurulan bu hareket, son 5 yıldır daha etkili hale geldi. “Patani Birleşik Özgürlük Örgütü” de bölgedeki en köklü ve güçlü gruplardan biridir. Bu grubun liderliğini bir süre önce Şam’da vefat eden Kebir Abdurrahman Tenvira yürütüyordu. Grup yeni liderini önümüzdeki aylarda yapacağı geniş katılımlı bir kongreyle seçeçek.

MOROLU MÜSLÜMANLAR VE MLIF

Güneydoğu Asya'da Güney Çin Denizi'yle Büyük Okyanus arasında kalan takımadaların oluşturduğu Filipinler'de 1O milyona yakın Müslüman yaşıyor. Tamamına yakını Sünni olan Filipinli Müslümanlar ülkenin güneyindeki Mindanao ve Moro Adalarının çevresinde büyük bir nüfusa sahipler. Bu bölgelerde 1970'ten bugüne Müslümanlar tarafından bağımsızlık mücadelesi veriliyor. Morolu Müslümanları özgürlüğe kavuşturmak için kurulan ilk direniş hareketi kısa adı MNLF olan “Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi”dir. Kuruluşundan bugüne kadar liderliğini Nur Misvari’nin yürüttüğü Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi, Filipinler Hükümeti ile yaptığı özerklik antlaşmasından sonra eski gücünü kaybetti. Moro’da şu an en güçlü direniş hareketi ise “Moro İslami Kurtuluş Cephesi”dir. Moro İslami Kurtuluş Cephesi (MILF) Selamettin Haşimi tarafından 1977 yılında kuruldu. Selamattin Haşimi daha önce Nur Misvari’nin liderliğini yaptığı Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin önemli isimlerinden biriydi. Ezher Üniversitesi mezunu olan Selameddin Haşimi 1993 yılında vefat etti. Hedefi Moro ve Mindanao adalarında bağımsız bir İslam Devleti kurmak olan MILF’nin şu anki liderliğini Hacı Murat Süleyman yapıyor.1997 yılından itibaren Filipinler Hükümeti ile görüşmeler gerçekleştiren Moro İslami Kurtuluş Cephesi’ne bağlı 1 milyona yakın aktif direnişçinin olduğu tahmin ediliyor. MILF ile Filipinler Hükümeti arasındaki görüşmeler geçtiğimiz Ağustos ayında tekrar kesildi ve MILF, Filipinler Ordusu’na yönelik askeri eylemlerine tekrar başladı. 2 aya yakın bir süredir Moro İslami Kurtuluş Cephesi ile Filipinler Ordusu arasında son derece şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Moro’daki bir başka direniş örgütü de adı sık sık kaçırdığı batılı rehinelerle gündeme gelen Ebu Seyyaf Örgütü. Afganistan’dan Filipinlere geri dönen savaşçılardan oluşan Ebu Seyyaf Örgütü’nün mensupları daha çok Morolu selefi gençlerden oluşuyor. Ebu Seyyaf’ın içinde Filipinler Ordusu’na karşı savaşan yabancı direnişçiler de bulunuyor. Dönem dönem etkili baskınlar ve bombalı eylemler gerçekleştiren Ebu Seyyaf’a bağlı bin 200 kadar direnişçi ise şu an Filipinler Hapishanelerinde esir olarak tutuluyor.

KÜRESEL CİHAD AKIMI

İslam Dünyası’nı işgal eden güçlere karşı mücadele eden silahlı direniş örgütleri sadece bu makalede üzerinde durduğumuz gruplardan müteşekkil değil. 34 günlük Lübnan savaşında İsrail’e tarihi bir hezimet yaşatan Hasan Nasrullah liderliğindeki Hizbullah, Cezayir’deki laik rejime karşı mücadele veren ve liderliğini Ebu Muhab Abdulvedud'un yaptığı İslami Mağrip Örgütü, tıpkı bir süre önce İslami Mağrip Örgütü gibi El Kaide’ye katıldığını açıklayan Libya İslami Savaş Grubu, Pekin’deki olimpiyatlar esnasında düzenlediği silahlı saldırılarla ismini dünya kamuoyuna duyuran Türkistan İslam Partisi, Lübnan’daki Fethül İslam Hareketi, Filistin’deki Halk Direniş Komiteleri, İslam Ordusu ve Ceyşül İslam grupları da İslam Dünyası’ndaki işgallere son vermek için mücadele eden etkili silahlı direniş grupları. Emperyalizm ve Siyonizm’e karşı verilen mücadelenin günümüzdeki adresi artık “Cihadi Hareketler”dir. Özellikle 11 Eylül saldırıların ardından meydana gelen gelişmeler Batı’ya karşı silahlı mücadele veren İslamcı direniş gruplarını daha da güçlendiriyor. Cihad’ın asrımızdaki önderleri olarak kabul gören Usame bin Laden, Halid Meşal, Hasan Nasrullah, Dokko Umarov ve Molla Ömer Müslüman Halklar nezdinde her geçen gün daha da popüler hale geliyor. Küresel işgale karşı, küresel direniş dalgası her geçen gün dalga dalga büyüyerek İslam Dünyası’nı sarıyor. İşgal altındaki İslam topraklarında yaşanan ölümler, işgaller, tecavüzler, saldırılar sürdükçe de bu küresel cihad akımı daha da büyüyeceğe benziyor.

Gerçek Hayat Dergisi

Güneş Batı’dan Nasıl Doğar?



Bilim adamları kesin tarih vermiyorlar. Belki yarın belki milyonlarca yıl sonra olacak ancak güneş bir gün neredeyse kesin olarak Batı’dan doğacak.

İnsanoğlunun kıyamet tellallığı yeni bir şey değil. CERN’de teknik arıza nedeniyle iptal edilen deney günler boyunca “özürlü” bir kıyamet senaryosu şeklinde anlatıldı. Senaryolardan biri de ünlü Maya tarihinin sonu, 21 Aralık 2012 tarihi.

Bu tarihe yapışanların en sevdikleri teoriler arasında jeomanyetik yer değiştirme ve kutup kayması yer alır. Sırf bilim adamları önümüzdeki milenyum içerisinde böyle bir şeyin olabilirliğinden bahsettikleri için 2012 Kıyametçileri bu teorilerle yatıp kalkarlar.

Burada açığa kavuşturulması gereken öncelikli konu, bu iki teorinin sonuçları aynı olsa da birbirlerinden farklı olmaları. Jeomanyetik yer değiştirme ve kutup kaymasının her ikisinde de bildiğimiz kuzey yer değiştirir ve güney olur. Dolayısıyla Doğu da Batı. Yani güneş bizim eski Doğu’muzdan değil Batı’mızdan doğmaya başlar.

Ancak burada dikkati çeken nokta, kutup kaymasının olasılığının neredeyse çok az olmasıdır. Örneğin Venüs, yüksek ihtimal bir gezegen çarpışması nedeniyle, diğerlerinin aksi yöne dönmektedir. Benzer bir çarpışmayla ancak dünya yörüngesinde tepetaklak olarak batı ve doğu yer değiştirebilir.

Dünyamızın manyetik zırhı

Fakat jeomanyetik yer değiştirme dış etkenlerden değil gezegenlerin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanır. Dünyamız döndükçe çekirdekteki ergimiş demir serbestçe hareket ederek serbest elektronları hareket zorlar. Elektronların bu hareketi bir manyetik alan yaratır. Kuzey ve Güney kutbunun oluşumu da buna dayanır. Dinamo etkisi olarak bilinir. Oluşan manyetik alan da gezegenimizi çepeçevre kuşatır.

Çekirdekten yüzeye ve oradan da uzaya çıkan bu alana manyetosfer adı verilir. Bu balon dünyayı güneş rüzgarları gibi arz üzerinde hayatı imkansızlaştıracak radyasyonda korur. Gelen kozmik parçacıklar bu manyetik alandan yansıtılarak yüzeye ve bize ulaşması engellenir. Kuzey bölgelerinde görülen Aurora’larda bu parçacıkların atmosferle reaksiyonlarından oluşur.

Doğu’lar ve Batı’lar

Normalde bu durum milyonlarca yıl boyunca değişmeden sürer. Fakat dünyanın manyetik kutuplarının yer değiştirdiği bilinen bir olgu. En son yer değiştirme bundan 780 bin yıl önce oldu. Kısacası arzın tarihi boyunca birçok kez farklı “Doğu’ları ve Batı’ları” oldu.

Bu değişimlere neyin neden olduğu ya da bir düzeni olup olmadığı konusunda henüz yeterli bilgiye sahip değiller. Yine Kıyamet telalarlı bunu, çeşitli teorilere bağlayarak bir “düzen”e sokmaya çalışsalar da uzun süreli veriler jeomanyetik çevrimin tamamen rastlantısal olduğunu ortaya koyuyor. Örnek olarak iki çevrim arası 40 milyon yıldan birkaç yüz yıla kadar değiştiği verilebilir.

Kıyamet kopar mı?

Batı’nın Doğu olmasının nedenleri ile bilgimiz çok sınırlı. Gezegenin içerisindeki demir çekirdek akışındaki anamoliler öne sürülen teorilerden. Güneş’in Batı’dan doğmasının yeryüzündeki hayat üzerine neler getirebileceği konusu bilimsellikten uzak spekülatif yaklaşımlar içerir. En masum sonuçlar arasında uyduların çalışmaması ya da göçmen kuşların yollarını kaybetmesi sayılabilir. Dünyanın manyetik alanın yer değiştirmesi hiç manyetik alan koruması olmayacağı anlamına da gelmediğini belirtelim.

Gezegenin tüm tarihi boyunca Doğu ve Batı’lar yer değiştirdi. Her yeni gün farklı bir Doğu ve Batı’mız oluyor zira sürekli bir kayma yaşanıyor. Kıyamet meselesi ise tamamen inanç sorunu. Zaten insana kendi ölümü, kıyamet olarak yeter de artar…

Muhyiddin Arabi'den Hazreti Mehdi



Bilin ki, Mehdi mutlaka çıkacaktır. Ancak yer yüzü zulüm ve işkence ile dolmadıkça; çıkmayacaktır. İşte o da böyle bir zamanda çıkacak, dünyayı doğruluk ve adelet ile dolduracaktır. Hatta dünyada tek bir gün kalsa, Allah o günü uzatacak, taki o halife gelsin. Bu, mutlaka Allah'ın Resulü'nün soyundan olacak Hz. Fatıma evladından gelecektir.

Malı eşit surette dağıtacak, vatandaşları arasında adalet ile muamelede bulanacaktır. Adam kendisine gelip Ey Mehdi bana ver, diyecek. Önünde de mal bulunacak. Mehdi hemen önündeki maldan onun eteğine dolduracak, taşıyabildiği kadarını alıp götürecektir. Mehdi, dinin fetret geçirdiği bir dönemde ortaya çıkacak... Adam cahil, korkak ve pinti olarak akşamlayacak, fakat alim, cesur ve cömert olarak sabahlayacaktır. Huzur ve mutluluk onunla yürüyecek. Kendisi beş, ya yedi veya dokuz yıl yaşayacaktır. Resulullah'ın izinden yürüyecektir. Onun adına hiç bir melik hata etmez. Görmediği şekilde onu doğrultur. Her görevi üzerine alır ve zayıfa düşküne yardım eder. Musibete uğrayanlara yardımcı olur. Dediğini yapar, yaptığını da söyler, şahid olacağı şeyi de bilir. Allah kendisini bir gecede ıslah eder. Rum şehrini (İstanbul'u) tekbir ile fetheder. Yanında bu sırada Hz. İshak evladından yetmişbin Müslüman bulunacaktır.

Dini ayakta dimdik durduracak, eski hüviyetine kavuşturacaktır. İslam'a yeniden ruh üfleyecek, zelil hale geldikten sonra onunla İslam'ı eski güçlü haline sokacaktır. O, İslam öldükten sonra İslamı tekrar diriltecektir.

Din, böylece onun vasıtasıyla eski hüviyetini kazanacaktır.

Onun döneminde din tamamen rey'den arınmış olarak eski hüviyetini kazanacaktır. Vereceği birçok hükümlerde ulemanın mezheplerine muhalefet edecektir. Bundan dolayı ondan uzak duracaklardır. Zira zanlarına göre, gerçekten Allah imamlarından sonra bir müctehid bırakmadığını kabulleneceklerdir...

Bil ki, Mehdi çıktığı zaman bütün müslüman havassı ve avamı sevineceklerdir. Mehdi'nin ilahi olan yani manen desteklenen adamları olacaktır. Onun davetini ayakta tutacaklar ve ona yardım edip kendisini zafere kavuşturacaklardır. Ülkeye ait bütün ağır yükleri bunlar yüklenecekler. Allah'ın Mehdi'ye verdiği görevden ötürü ona destek olacaklardır. Daha sonra Hz. İsa Dımaşk'ın doğusundaki Beyaz minareye inecektir. İmam yerinden geriye çekilecek, Hz. İsa öne geçecek ve insanlara namazı kıldıracaktır. İnsanlar arasında Resulullah'ın sünnetiyle emredecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek. Allah Mehdi'nin ruhunu tertemiz olarak kabzedecektir.

Mehdi, vakti gelinceye dek gizlenecektir, vaadolunan vakti gelince de ortaya çıkacaktır. Onun şehidleri, şehidlerin en hayırlısı, güvendiği kimseleri yani vezirleriyse emin olanların en güvenceli olanlarıdır.

Allah, bir grup kimseyi ona vezir tayin etmiştir. Allah bu kimseleri gizlemiştir. Ben keşif ve şühud yoluyla bu hakikatlara muttali oldum. Ayrıca, Allah'ın kulları için öngördüğü şeylere de vakıf oldum. Bunlar öncü olan bazı ashab gibi önde hareket edeceklerdir. Tıpkı önde gelen sahabenin Allah'a verdikleri sözü yerine getirdikleri gibi, bunlar da aynen o sözlerini doğrulayıcı olacaklardır. Bu kimseler ayni zamanda Arap da olmayıp Acem yani yabancı olacaklardır. Arap olmamalarına rağmen Arapçadan başka bir dilde konuşmayacaklardır. Onların cinslerinden olmayan bir koruyucuları olacaktır. Bu, Allah'a hiç bir vakit karşı da gelmiş değildir. Kendisi en saf ve samimi vezirlerinden olacaktır.

Özellikle bu vezirler her konuda gerçek manada arif kişiler olacaklardır. Fakat bizzat Mehdi ise, kendisi... ve gerçek anlamda siyasetçi olacaktır. Yine bu vezirlerin belirgin bir özelliği de kendilerinin hiçbir zaman savaş meydanlarında hezimete uğramamalarıdır. Mesela Rum şehrini, İstanbul olsa gerek sadece tekbirlerle fethedeceklerdir. İlk tekbirde surların üçte biri yıkılacak ikinci tekbirde surun üçte biri yıkılacak, üçüncü tekbirde surun kalan bölümü yıkılıp yerle bir olacaktır. Böylece bu şehri kılıçsız ve silah kullanmaksızın fethedeceklerdir. İşte bu doğrunun ta kendisidir ki zaferle kardeştir.

Mehdi'nin vezirlerinin ihtiyaç duyacakları şeyler, görevlerini en iyi yapmaları için dokuz tanedir, bu şeylerde O'na ulaşamaz. Bundan az da olmayacaktır. Bu şeyler sırasıyla şunlardır;

* Keskin bir görüş,
* İlka anında ilahi hitabı tanımak,
* Allah'tan geleni terceme etmesini bilmek
* Emir sahiplerinin mertebe ve derecelerini bilmek,
* Gazap anında merhameti bilmek.
* Melik'in ihtiyaç duyacağı arzakı mahsusayı ve diğer şeyleri bilmesi,
* İşlerin birbiriyle olan münasebetini bilmesi,
* İnsanların ihtiyaçlarını yerine getirmede aşırılığı ve kısıtlamayı bilmesi,
* Kendi özel müddeti içerisinde ihtiyaç duyduğu gaybı ilimleri bilmesi.

İşler ve hadiseler henüz meydana gelmeden, Mehdi Allah tarafından buna muttalidir. Zira önceden olacak olanlara hazır olması gerekiyor.

Mehdi, din bakımından rey ve kıyasa başvurmaktan masumdur. Ona böyle davranması haramdır. Zira Allah'ın dini konusunda hüküm vermede Nebi yani Peygamber olan birinin kıyas yapması doğru değildir. Şayet kıyas yapmasına izin verilseydi, Allah onu peygamberin Hz. Muhammed'in diliyle bildirirdi. Ayrıca Hz. Peygamber imamlardan hiç birisi için benim izimde yürüyecekler hata etmeyecekler dememiştir. Bu ifadeyi sadece Mehdi için söylemiştir. Onun masumluğunu halifeliğini ve vereceği hükümleri konusunda masumiyetini bildirmiştir. ("Futuhat-El Mekkiye", 366. bab, c. 3, s. 327- 328)

Irak Nakşibendi Tarikatı Ordusu ile Röportaj



Nakşibendi Tarikatı Bağlıları Ordusu Irak’ta Amerikan işgaline direnen bir grup… Grup, savaşın başından beri operasyon yapmasına rağmen ismini ve operasyonlarını 2006’ın sonuna, yani Saddam Hüseyin’in idamına kadar sakladı. Yayınladıkları videolardan da anlaşılacağı üzere grup, tasavvufi bir cemaat olmasına rağmen askerî stratejileri olan yerli bir cihad cemaati…

Ortaya çıkışından bu yana 13 adet CD yayınlayan grup, “Irak Sniperi” adlı videosuyla keskin nişancı operasyonları konusundaki gücünü gösterdi.

SÜTUN HABER / Sabri Kara

Genel Hatlarıyla Irak Direnişçileri

İşgalin ilk yılından beri Irak’taki yerel direnişçiler ciddi bir direniş sergilediler. Bunun yanında Iraklı olmayan ve genelde komşu ülkelerden gelen gönüllü savaşçıların da ayrı bir yeri olmuştur. Uzmanlar 2006’dan sonra Sünni direnişin kemikleşmiş bir yapıya kavuştuğunu söylüyorlar. Artık Sünni grupların ciddi anlamda operasyonel güçleri arttı, medya birimleri daha faal ve profesyonel duruma geldi.

2007 yılından itibaren fikrî ve siyasi yapıları birbiriyle uyumlu olan gruplar birleşerek daha büyük cepheler oluşturdular. Özetlemek gerekirse eski Baasçılar İzzet ed-Dûrî’ye tabi olarak Cihad ve Özgürlük Yüksek Komutanlığı adını aldılar. Irak İslam Ordusu, Mücahidler Ordusu gibi büyük gruplar da birleşerek Islah ve Cihad Cephesi’ni oluşturdular. 1920 Devrim Tugayları’nın öncülüğünde ise Cihad ve Değişim Cephesi kuruldu. Islah ve Cihad Cephesi, Selahaddin Eyyubi Tugayları ve Irak’ın Hamas’ıyla da birleşerek Irak Direniş Konseyi’ni oluşturdular. Bu konsey Irak’taki en büyük müttefik güç olma özelliğini sürdürüyor.

Irak İslam Devleti, Ensar el-İslam, Ebubekir Sıddık es-Selefî Ordusu, Saad bin Ebi Vakkas Ordusu, İslam Kalkanı Tugayı, Mustafa Ordusu gibi gruplar ise bu üç büyük oluşumun içersinde yer almayarak bağımsız kalmayı tercih ettiler.

Nakşibendi Ordusu’nun askeri gücü ve stratejisi

Nakşibendi Ordusu’nun askeri gücünü eski Irak ordusunun subay ve askerleri oluşturuyor. Şu ana kadar Irak’ta bilinen cihadi gruplar arasında yaşanan tartışmalarda taraf olmaması ve birlik mesajları vermesi grubun Irak’ta daha da kökleşmesini sağladı. Öte taraftan grup stratejik olarak Irak ordu ve polisinin vurulmasından yana değil. Yalnız Amerikalıların ve beraberinde gelenlerin vurulmasının daha etkili olacağını düşünüyorlar. İlginç olan diğer bir nokta da grubun Şiilere saldırmaması ve onları İran’ın tuzağına düşmedikleri müddetçe “aynı ülkede yaşayan kardeş ve ortaklar” olarak görmesi…

Nakşibendi Ordusu’nun operasyon videolarında dikkati en çok çeken husus sivillerin olduğu yerlerde operasyon yapmamaları… Gerek keskin nişancı operasyonlarında olsun, gerekse askeri araçlara yönelik tuzaklarında olsun hep tenha yerleri seçiyorlar ve böylece sivillere zarar gelmesine engel oluyorlar. Seyredeceğiniz videonun giriş kısmında da keskin nişancılarının Iraklı olan hiç kimseye yönelik operasyon yapmadıklarına vurgu yapıyorlar.

Nakşibendi Ordusu’nun şeyhinin kim olduğu tam olarak belli değil. Grup da şeyhlerinin ismini güvenlik gerekçesiyle vermiyor. Fakat askeri güçleri nizami bir orduyu anımsatıyor ve büyük çoğunluğu eski Irak ordusunun subay ve askerlerinden oluşuyor. Zaten resmi dergileri olan “en-Nakşibendiyye” dergisi de incelendiğinde yazarları içinde albay, tuğgeneral gibi rütbelere sahip imzalar görülecektir.

“Biz Nakşi Tarikatı Ordusu’yuz”

Grup dergilerinde her sayıda farklı konularla ilgili yazılar yayınlamakta ve kendi direnişçileriyle röportajlar yayınlamaktadır. Mesela dergilerinin birinci sayısında Faruk adlı bir direnişçileriyle yaptıkları röportaj şu şekildedir:

- Esselamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berekatuhu

- Ve aleykum selam Rahmetullahi ve Berekatuhu

- Kendinizi tanıtır mısınız?

- Ben, Nakşi Tarikatı Bağlıları Ordusu’ndan bir askerim. Allah yolunda cihad ederim.

- Niçin cihad ediyorsun? Kim cihad eder? Bu kritik zamanda insanların bazıları bu işi anlamıyor, bize izah eder misin?

- Sevgili kardeşim, ben cihad ederim; çünkü cihad, beldelerimizi kâfir işgal ettiğinden beri bütün Iraklılar gibi üzerimize farzdır. Aynı şekilde bütün Müslümanlara da… Çünkü Irak, İslâm beldelerinden bir parçadır. Aynı şekilde işgalcinin kalplerimizden silmek istediği “Lâ ilâhe illâllah” kelimesinin yücelmesi için cihad ederim. Meşrû olan bütün hakkımı gâsıbtan korurum. Şerefime, dinime ve ülkeme saldıran herkesle savaşırım. Ve biz bütün ilmî, kültürel, maddî ve mânevî imkânlarımızı bu yolda harcarız.

Nakşi kadınlar grup içinde tıbbi çalışmalar yapıyorlar

- Hangi vesilerle ve nasıl cihad ediyorsun?

- Bana bahşedilen bütün şer’î vesilerle savaşırım. Bütün vakitlerimi bu yola harcarım. Cihadımızın ulaştığı her yerde düşmanın bütün maslahatlarına zarar veririm. Herhangi bir mekânda, bütün vakitlerimde, bütün imkânlarımla, lisânımla, irademle, kalbimle, malımla ve silâhımla düşmana saldırırım. Böylece bütün basın araçlarıyla hakkı açıklar, bâtılın sesini ve suretini yok ederim. Çünkü basın, şeyhimiz ve üstadımızın öğrettiği gibi Irak harbi hakkında yalanlarla ve bâtıllarla bütün âlemi ve bütün halkları kandıran düşmanlarımızın hakikatta en büyük silahıdır. Bütün âleme bu yalanı ortaya çıkarmak üzerime vacipdir. Çünkü biz Nakşi Tarikatı Ordusu’yuz. Allah’ın izniyle habis işgalcinin içyüzünü, zaafiyetini, yenilgisini ortaya çıkarmaya kâdiriz. Çünkü o bâtıldır ve bâtıl daim değildir. “Deki: Hak geldi bâtıl zâil oldu. Şüphesiz bâtıl zâil olmaya mahkûmdur.”

- Sen ve kardeşlerin ne zamana kadar cihadı sürdüreceksiniz?

- Allah yolunda cihadımız bâkidir. Şehadet veya zafer gelinceye dek işgalci kâfirle savaşacağız. Ümmetimizdeki annelerin rahimlerinden cihadı sürdürecek yüksek şahsiyetler çıkmaya devam edecek.

- Ölümden korkmuyor musun? Büyük güç sahibi devletlerden korkmuyor musun?

- Nasıl korkayım onlardan? Rabbim Azze ve Celle, “Artık onlardan korkmayınız. Ve benden korkunuz.” diye bana hitap ediyor. Nasıl korkayım onlardan; bütün kuvvet Allah’ındır! Nasıl korkayım onlardan; ben hak üzereyim onlar ise bâtıl! Nasıl korkayım onlardan; onlar sırf ben Müslüman Muhammedi olduğumdan toprağıma ve ırzıma kast etmek için savaş açmışlar… Onlardan korkmuyorum. Bilakis onları zillet içerisinde ülkemden çıkarıncaya kadar, onurlu kahramanların savaştığı gibi savaşacağım. Bütün hallerde onlar hüsrandalar. Önümde iki yol var; zafer ve şehadet yolu. Bu iki yolun sonu da cennet ve Rabbimin rızası. Onların da önlerinde iki yolu var; yenilgi ve ölüm yolu. Bu iki yolun sonu ise cehennem ateşi. Allah Azze ve Celle onların ateşini kızdırsın. Allah bizim Mevlâmızdır. Onların Mevlası yoktur. Bizim ölülerimiz cennette, onların ölüleri ise ateştedir. Cennet bizi bekliyor. Onları ise cehennem. “Zulmedenler nasıl bir inkılâpla düşeceğini bilecek.”

“Irak’da Cihad Farz-ı Ayn’dır”

Yine dergilerinde Şer’i heyetlerine yöneltilen soruların cevaplarını yayınlayan grup Irak’ta cihadın hükmüyle ilgili Dr. Nureddin en-Nakşibendî’nin cevabını veriyor:

Soru: Şu an Irak’ta Allah yolunda cihad etmek farz-ı ayn mıdır, farz-ı kifâye midir? Eğer farz-ı ayn ise cihadın şartları nedir?

Cevap: Şu an Irak’ta cihad farz-ı ayn’dir. Çünkü o müdafaa cihadıdır. Şeyh İbn-i Hacer el Heytemi -Allah rahmet etsin- Tuhfetü’l Muhtaç’da şöyle demiştir: “… İkincisi, kâfirler İslâm topraklarına, dağlarına ve harabelerine girdiği zamandır. Sonra oraya yakın olanlarla uzak olanlar ayrılır. Eğer bizim beldemize girerlerse veya onlar ile belde ahalisi arasında kısa bir mesafe varsa oranın ehline müdafaa yapması için, mümkün olan her şey farz-ı ayn’dır.”

Bu sebeble Irak’ta cihadın farz-ı ayn olduğu açıktır. Müdafaa cihadı için herkese Allah yolunda cihad etmek, yapabildiği oranda farzdır. Kadın cihada çıkmak için kocasından, çocuk babasından, köle efendisinden izin almaz. Allah en doğrusunu bilir.

Soru: Ben Iraklı bir Müslümanım, Allah yolunda cihad ediyorum. Fakat annem ve babam razı değiller. Beni bu işimden dolayı anne ve baba hukukuna aykırı davranmakla suçluyorlar. Allah sizi üstün kılsın, bana fayda verecek ne yapayım?

Cevap: Irak’taki mücahidlerin saflarına katılman farz-ı ayn’dır. Çünkü bu cihad müdafaa cihadıdır. İkisinin iznine ihtiyacın yoktur; istediklerini terk etmekle itaatsiz olmazsın. Eğer cihadında niyetin Allah içinse o Allah katında makbuldur ve amelin sahihtir. Yaratıcıya isyan hususunda yaratılana itaat edilmez. Allah en doğrusunu bilir.

Osmanlı Vurgusu

Grubun resmi dergisi Nakşibendiyye’nin son sayısında yayınlanan Dr. Alâ en-Nakşibendî imzalı “İstanbul’un Fethi ve Sufi Şeyhleri Dersler ve İbretler” başlıklı yazıda Irak’ın ancak Osmanlı modeliyle eski günlerine geri döneceği vurgulandı.

Yazıda “cihadsız tasavvufun düşünülemeyeceği” ifade edilirken, tasavvufun Osmanlı Devleti’ne olan etkisinden bahsediliyor. Osman Bey’den Hilafetin sonuna kadar padişahların ve ordunun tasavvuf terbiyesinden geçtiği, tasavvuf terbiyesinin bozulmasıyla ordu ve devletin de bozulduğunu ifade eden dergi, Irak’taki direniş gruplarına tasavvufi metodu takip etmelerini öneriyor.

İstanbul’u fethetmekle Hz. Peygamber’in müjdesine nail olduğu bildirilen Fatih Sultan Mehmed’in esas mimarının Akşemseddin Efendi olduğu, dolayısıyla tasavvuf şeyhlerinin imani ve İslami terbiyede tarih boyunca büyük görevler yaptığı ifade edilen yazının sonunda, “bugün tasavvufi cihad terbiyesini Nakşibendi Tarikatı Bağlıları Ordusu yürütüyor” deniliyor.

Cihaderi