İzleyiciler

Çin'de İslamiyetin 1350 Yılı



TARİHÎ verileri masaya koyduğumuzda, şaşırtıcı gerçeklerle karşılaşmak
an meselesidir. İslâm’ın doğuşunu temsil eden Peygamber’in Medine’ye hicreti (622) ile İstanbul’un fethi (1453) arasında yaklaşık 8,5 asırlık bir zaman dilimi var. Fakat İslâm’a çok uzak kaldığını düşündüğümüz Çin’in İslâm’la tanışması, Peygamber’in Medine’ye hicretinin sadece 29 sene sonrasına tekabül ediyor.

Bunun anlamı şu: Onbeşinci yüzyılın en azından ilk yarısında İstanbul’da bir tek camii yokken, Uzakdoğu’da Çin’in Guangzhou liman şehrinde 651 yılında ilk camii çoktan ibadete açılmıştı bile.

Bu nasıl olmuş, İslâm’ı Çinlilere kim tanıtmış, ilk Müslümanlar oraya nasıl gitmişler diye merak ediyorsanız, gerçekten de değişik ve ilginç bir öykü bu. Ama bu öykünün Çinliler tarafındaki versiyonu ile bizdeki arasında bazı farklar da yok değil.

İlk tanışma nasıl gerçekleşti?

ÖNCE Çinli tarih kayıtlarını ele alalım. Bu kayıtlara göre, Müslümanlar Çin’e Habeşistan’dan geldi. Habeşistan ilk Müslümanlardan bazılarının Mekke’deki Kureyşlilerin işkencelerinden kaçıp sığındıkları bir ülkeydi. O mülteci grubu içinde Peygamber Efendimizin kızı Rukiye, kocası Osman bin Affan, Sad bin Ebi Vakkas ve daha pek çok tanınmış Sahabi vardı. Peygamberin tavsiyesiyle göç etmişlerdi. Habeş Kralı Necaşi 615 yılında onlara siyasi sığınma hakkı vermişti.

İşte bu kafileden bazıları Arabistan’a geri dönmedi. Çin kayıtlarına göre, Sad ibn Ebi Vakkas ve beraberindeki üç Sahabe, 616 yılında Habeşistan’dan Kral Necaşi’nin de desteğiyle Çin’e doğru deniz seyahati yaptılar. Tang Hanedanlığı dönemindeki bu seyahat, imparator Yung Wei’nin sıcak karşılaması ve heyetin İslâm’ı özgürce anlatmasına izin vermesinden sonrasında, Çin’in ilk camisi olan Fener Kulesi Camii’nin(Guantgta Mosque) inşasıyla sonuçlandı. Bu camiinin diğer bir ismi ise Peygamberimizin anısına atfen Hatıra Camii’dir (Huaisheng Mosque).

Ancak Çin tarafında anlatılan bu tarih, İslâm kaynaklarına bakıldığında pek de doğruları yansıtmıyor. Zira Sad bin Ebi Vakkas, muteber İslâmî kaynaklara göre Habeşistan’a hiç gitmedi. Medine’ye hicret edilene kadar Mekke’de Peygamberimizin yanında baskı ve boykota karşı koydu.Kendisi Allah adına müşriklerin kanını ilk akıtan ve yine onlara ilk ok atan sahabi olarak bilinmektedir. Uhud Savaşı’nda Peygamberimizi müşriklere karşı attığı oklarla korumasıyla ünlenmiş, meşhur Kadisiye Savaşı’nda İranlıların Sasani Krallığı’na son verilmesine ordu komutanı olarak yaptığı katkıyla da yine çok önemli bir görevin üstesinden gelmeyi Allah’ın izniyle başarmıştı. Bu tarih bilgisi göz önüne alındığında, Çin’deki hakiki İslâmî geçmişin daha farklı bir öyküye dayandığı sonucu rahatlıkla çıkarılabilir. O halde işin gerçeği ne? Guangzhou’daki 651 yılında yapılan cami ve Sad bin Ebi Vakkas’a atfedilen türbe ve diğer türbeler kime ait?

Bu sorulara net bir cevap vermek oldukça zor. Ama Sad bin Ebi Vakkas’ın İslâm’ı İran’ın doğusuna taşıdığı dikkate alınırsa, Çinli Müslümanların onun hakkında efsanevi bir anlatıma başvurmuş olması ihtimal dahilindedir.

Dönemin siyasi tablosu

BİR noktayı hatırlatmakta fayda var. Çinliler ile Araplar arasındakiilk ilişki, İslâm’ın ortaya çıkışından öncedir. Araplar gerek deniz yoluyla gerekse bugün İpek Yolu olarak bilinen kara yoluyla Çinlilerle ticaret yapmaya daha beşinci yüzyıldan itibaren başlamışlardı.

İkinci olarak, dönemin siyasi tablosunu biraz daha yakından incelememiz gerekiyor. İslâm Arabistan yarımadasında gün yüzü gördüğünde dünyadae sas olarak üç büyük imparatorluk hüküm sürüyordu. Bunlar Bizans,Sasani ve Çin imparatorluklarıydı. Dünyanın batısı Bizans’ın(Roma’nın), İran ve Orta Asya’ya kadar olan topraklar Sasanilerin(İranlıların), Uzak Doğu ise Çinlilerin egemenliği altındaydı. İslâm’ın Medine’de büyük bir güç halini almaya başlaması, özellikle Bizans ve Sasani devletlerini rahatsız ediyordu. Çünkü sahip oldukları topraklar ellerinden çok büyük bir hızla çıkıyor ve Müslümanların hakimiyetine giriyordu. İslâm ve Müslümanlar onlar için büyük bir tehdit halini almıştı.

İşte bu şartlar altında ilginç bir tarihi kayıtla karşılaşıyoruz.Bizanslılar ve Sasaniler, içinde bulundukları hassas durumun zorlamasıyla, Tang Hanedanlığı (618-907) döneminde Çin’e elçiler gönderiyorlar. Amaçları, dönemin medeniyet ve güç açısından öncü kuvveti olan Çin İmparatorluğu’nu Medine’deki İslâm kuvvetlerine karşı kendi yanlarına çekmek. Kisra’nın büyük oğlu Yezducerd ve Bizans’ın yolladığı elçi, sırasıyla 638 ve 643 yıllarında Tai Tsung’a Arapların kendilerini yenilgiye uğrattıklarını haber verip destek istiyorlar.

Bu istekler ilerleyen yıllarda giderek sıklaşınca, 650 yılında Tai Tsung’un oğlu Kao Tsung, üçüncü halife Osman bin Affan’a özellikle İranlıları savunmak adına bir elçi heyeti gönderiyor. Halife Osman(r.a), buna karşılık, 651 yılında generallerinden birisini Sian’a gönderiyor. Muhtemelen, Müslümanlar ile Çinlilerin Çin topraklarındaki ilk teması da bu şekilde gerçekleşmiş oluyor. İslâm hakkında bilgi alan Çin imparatoru, kayıtlara bakılırsa, namaz oruç gibi ibadetlerin zor gelmesinden dolayı kendisi Müslüman olmasa bile, bu dinin kendi topraklarında tanıtılmasına izin veriyor. Sonuçta, son Sasani Kralı’nın destek talebine de haliyle bu şekilde olumsuz yanıt vermiş oluyor.

Siyasi açıdan bakacak olursak, Emeviler döneminde Orta Asya, Hindistan,Kuzey Afrika ve İspanya’nın fethedilmesinden sonra Çinliler ile Müslümanların ilişkileri de farklı bir hâl alıyor. Artık sınır komşusu olan zamanın bu iki küresel gücünden Emeviler, Kuteybe bin Müslim’in önderliğinde Orta Asya’nın ilerisine doğru toprak kazanmaya devam ediyor.

İslâm kuvvetlerinin Emeviler hakimiyeti altında bu ilerleyişi yaklaşık 730’lu yıllara kadar sürüyor. Fakat bu yıllarda hem Endülüs Emevilerinin Fransa’da Haçlı ordusuna yenilmesi hem de Emevilerin yerine Abbasilerin geçmesinin ardından gerek Batı’ya gerek Doğu’ya doğru gerçekleşen bu fetihler duruyor.

Çinli Müslümanların ataları

DÜNYADA geçerli olan ana siyasi tablo böyle iken, Çin topraklarında İslâm’ın ilk tebliğinin ardından Müslümanların kaderi de yavaş yavaş şekilleniyor tabi.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Üçüncü Halife Hazreti Osman’dan sonra Emevi ve Abbasi dönemlerinde İslâm’ı tebliğ etmek amacıyla Çin’e altı heyet daha gönderilmiş olmasına ve bunların çok sıcak bir şekilde misafir edilmelerine karşın, Çinliler kendilerine bir din olarak seçecek kadar İslâm’ı benimsemiyorlar. Fakat başta Tang Hanedanlığı(618-907), ondan sonra gelen Sung (960-1279) ve Ming Hanedanlığı(1368-1644) dönemlerinde Çinlilerin İslâm hakkındaki düşüncelerinin son derece olumlu olduğu da sır değil. Hiç kuşkusuz, bunda İslâm’ın ilkelerini Konfiçyüs öğretisine yakın bulmaları önemli bir rol oynuyor.İslâm’ın Çin’de Ching Zhen Jiao (Temiz ve Hakiki bir Din) olarak bilinmesi de, bunun bir göstergesi.

Peki Çinli Müslümanların ilk atalarını kimler oluşturuyor? Bu sorunun cevabı da yine siyasi ilişkilerde gizli dersek yanlış söylemiş olmayız.755 yılında Çin’deki bir iç karışıklık nedeniyle İmparator Hasuan Tsung, Abbasi Halifesi Ebu Cafer’den yardım istiyor. Cafer, 4000 Müslüman askeri imparatorun yardımına göndererek cevap veriyor. Sian ve Honanfu’da çıkan ayaklanma böylece bastırılıyor, ama bu Müslüman askerler bir daha geri dönmeyip Çin’e yerleşiyorlar.

Yine 770’lerde 300 bin Tibetlinin Çin’in başşehrini işgalinin ardından Ebu Cafer’in gönderdiği yardım amaçlı çok sayıda asker de geri dönmeyip Çin’de kalanlardan. İlk grup Batı Çin’e yerleşirken, ikinci grup Batı Çin’in yanı sıra Yunnan ve Güney Çin’e de yerleşiyorlar. İşte bugünkü Çinli Müslümanların atalarını bu askerler oluşturuyor.

Çin’e sonradan giden bu Müslüman askerler sayesinde pekçok Çinli İslâm’ı kabul ediyor. Bunlar arasında Hui adıyla bilinen Çinli büyük bir etnik grup da bulunuyor. Günümüzde Çin’e gidenlerin ifade ettiği gibi, Müslüman Çinliler ile Müslüman olmayan Çinlileri ibadetleri hariç birbirlerinden ayırd etmek imkânsız gibi bir şey. Bunun sebebi, az önce sözünü ettiğimiz Çin’e yerleşmiş Müslüman Arapların Çinlilerle evlenip zaman içinde isimlerini dahi değiştirmek suretiyle Çin kültürüyle bütünleşmeleri. Özellikle Ming Hanedanlığı döneminde (1368-1644)Müslümanlar etnik açıdan asıl Çinlileri oluşturan Han toplumuyla kültürel açıdan bütünleşiyorlar. Yemek ve giyim kültürlerini Çinlilere uydurmakla kalmıyor; Çince öğreniyor, Çince düşünüyor ve isimlerini dahi değiştiriyorlar (Hasan için Ha, Hüseyin için Hu, Said için Sai gibi). Tabii sonuç olarak, dini ibadet ve görenekleri hariç, artık Müslümanları diğer Çinlilerden ayırmak mümkün olmuyor.

TARİHİ kayıtlar 1700’lere kadar Müslümanların ülkenin büyük bir ekonomik gücü oldukları, ithalat ve ihracat işlerinde söz sahibi olduklarını gösteriyor. Özellikle orduda yükselerek ülke yönetiminde söz sahibi olan Müslümanlara rastlanıyor.Bu yıllarda Müslümanlar pek çok cami, okul ve medrese inşa ediyorlar.Buralara Rusya ve Hindistan’dan bile öğrenciler geliyor. Örneğin 1790’da Çin’de 30 bin Müslüman öğrencinin eğitim gördüğüne dair bilgiler mevcut. Yine, İmam Buhari’nin doğum yeri olan ve “İslâm’ın direği” olarak isimlendirilen Buhara şehri, o dönemde Çin’e ait bir şehirdi.

Çin’de Peygamberin Hayatı’na dair ilk eser Liu Chih tarafından 12 cilthalinde kaleme alındı. 1721 yılında basılan bu eserin bu kadar gecikmesinin sebebi, İslâmî kavramların tam olarak Çin diline geçmesinin uzun bir süre almış olmasıdır. Zaten bu yüzden Çin’de uzun bir süre İslâm’a ilişkin pekçok konu, Çinlilerin kendi yerel dilleri ve inanışları çerçevesinde, onlara benzetilerek anlaşılmaya çalışılmıştır.

Bugünkü Durum

ÇİN’DE bugün 20 milyondan fazla Müslüman (bazı istatistiklerde bu sayı100 milyona varabiliyor) yaşıyor. Uygur Türkleri ve Huiler bu sayıda önemli bir yekün tutuyor. Yine Çin’de yaklaşık 3000 civarında cami ve yaklaşık 4000 imam bulunmaktadir. Bugün Çince,Uygurca ve diğer Türk dillerinde sekiz ayrı Kur’ân-ı Kerim meali Müslümanların istifadesine sunulmuş durumda.

1953’te Pekin’de kurulan Çin İslâm Derneği, defalarca Kur’ân-ı Kerim yayımlamış, birçok kitap Çince ve Uygurcaya çevrilmiş, “Çin’de Müslümanlar” adlı üç aylık dergi ve çeşitli milliyetlerden Müslümanların dini hayatlarını yansıtan çeşitli resimli kitaplar derlenip yayınlanmıştır. Dini eğitim ve hac gibi organizasyonları da düzenleyen bu dernek, Çin hükümetiyle Müslümanlar arasındaki ilişkilerin sağlıklı yürümesi için Müslümanların sözcülüğünü üstlenmiş haldedir.

1989’da başlayan Hac organizasyonu sonucu bugüne kadar yaklaşık 120 binÇinli Müslüman hacı olmuştur. Sadece geçen yıl özel uçakorganizasyonuyla hacca giden Çinli Müslüman sayısı 9600’dür.

Çin’e giden Müslümanların özellikle görmeleri gereken yerler, hiç şüphesiz camiilerdir. Başta Guangzhou’daki 1300 yıllık Huaisheng Camii olmak üzere, 742’de yapılan Xian’daki—Çin’in en büyük camii—Da QingzhenSi (Ulu Camii), Quanzhou’da 1009’da inşa edilen —Büyük Şam Camii’nin ikizi olan—Quinjing Si (Sahabe Camii), Hangzhou’daki Zhen-Jiao Si(Halis Din Camii), 1275’te inşa edilen Yangzhou’daki Xian-He Si(Ölümsüz Turna Camii) bunlar arasında sayılabilir.

Günümüzde Çinli Müslümanların özgürlüğüne işaret etmesi bakımından,dokuz İslâm üniversitesinin kurulmuş olduğunu da belirtmekte yarar var.Üniversitelere Müslüman kızlar rahatlıkla tesettürlü olarak devamedebiliyor. Ayrıca çoğu camiinin bünyesinde en az bir Kur’ân kursu yeralıyor. Halen komünist rejim altındaki Çin’de bunlar olabiliyorken,bizim ülkemizde yaşananları düşündüğümüzde nasıl bir baskıyla karşı karşıya bırakıldığımız daha net anlaşılabilir.

Çin’de İslâm’ın 1350 yıllık öyküsü ana hatlarıyla bu şekilde. 13,5 asır önce Çin’e İslâm’ı tebliğ amacıyla Arabistan’dan kalkıp dünyanın öbürucuna giden ilk Müslümanlardan Allah razı olsun.

Hilmi ORHAN

Dünyayı Hiroşima'ya Çevirecek Tehlike



Rus bilim adamları "dünyanın manyetik kutuplarının kaymakta olduğunu" tartışıyor. Bu kaymanın dünyayı Hiroşima'ya çevireceğini savunanlar bile var.

LONDRA ÜZERİNDEKİ PEMBE IŞIK

Rus bilm adamlarından Kara Kuvvetleri Merkezi Askeri Enstitüsü'nün baş araştırmacısı Yevgeni Shalamberidze, dünyanın manyetik kutuplarının kaymakta olduğunu ve bu kez farklı olduğu iddiasıyla ortalığı karıştırdı. Rus bilim adamları ikiye bölündü.

SEBEBİ AÇIKLANAMAYAN UÇAK KAZALARI

Shalamberidze, manyetik kutupların şimdiden 200 kilometre kadar yer değiştirdiğini açıklarken "Manyetik alanların değişmesi dünyayı koca bir Hiroşima'ye çevirebilir. Yani nükleer kış etkisi yaratabilir. Kuşların, balina ve yunusların yön şaşırması, sebebi açıklanamayan uçak kazaları etkinin işaretleri" uyarısınıda da bulunuyor.

NÜKLEER KIŞ ETKİSİ

Yevgeni Shalamberidze "Dünyanın coğrafik kutupları, hep aynı yerde. Ancak manyetik kutuplar şimdiden 200 kilometre kadar kaymış durumda. Bu küresel anlamda etkili olacaktır. Gezegen, enerjisini, yerkabuğu çatlaklarından boşaltıyor. Bunlar sıkıştığında negatif enerji gezegende kalıyor. Son zamanlarda dünyayı kasıp kavuran bunca doğal felaketin buna bağlı olmadığını kesin bir dille söyelemeyiz" dedi.

Pravda gazetesinin internet sitesinde yer alan habere göre "manyetik kutupların kayması, atmosferin büyük ölçüde azalmasına yol açabilir, bu da dünyanın eksi 273 dereceye kadar soğumasına, yani nükleer kış benzeri bir durumu yaratabilir ve doğal yaşam yok olabilir".

BU İDDİAYA KARŞI ÇIKANLARIN TEZLERİ

Rusya Doğa Bilimleri Akademisi'nden Aleksander Fefelov ise "Gezegenimiz, zaman zaman eğimini değiştirebilir. 23 bin yılda bir bu oluyor. Manyetik kutuplar 30 derecelik bir kayma gösterebilir" diyor.

Matematik ve fizik profesörü Viktor Kuznetzov da son 4 milyon yılda dünyanın manyetik kutuplarının 16 kez yer değiştirdiğini belirtirken "Dünyanın manyetik alanlarının yok olması söz konusu değil. Dünyanın hep bir radyasyon kalkanı olacaktır. Manyetik kutuplarının yer değiştirmesi bile bu kalkanı ortadan kaldıramaz. Yani gezegenimiz soğumayacak" dedi.

Manyetik alanlarının kaymakta olduğunu ve bu kez ölçümlenen 200 kilometrelik kaymanın giderek arttığını savunan bilim adamları ise endişelerini dile getirmeye devam ediyor.

FARKLI YERLERDE KUTUP IŞIKLARI

Yevgeni Shalamberidze'ye göre, kutup ışıklarının (aurora borealis) zaman zaman kuzey bölgelerinin dışında da görülmeye başlaması, manyetik kutupların yer değiştirmesiyle ilgili etkiler. Geçen hafta İngiliz medyası, Londra üzerinde görülen pembe ışıklara geniş yer vermişti.

Timetürk

Zaman Gazetesi Rus Yaltakçılığına Devam Ediyor



Zaman Gazetesi 23 Ekim 2008 Perşembe günü yayındığı bir haberle Çeçenya'nın kukla elebaşı Ramzan Kadırov'un reklamını ve savaşın sona erdiği şeklindeki Rus propogandasını yaptı.

Günlük yayınlanan Zaman Gazetesi'nin 23 Ekim 2008 Perşembe tarihli sayısında "Dış Haberler" bölümünde işbirlikçi Çeçen mürted Ramzan Kadırov'a dörtte bir sayfa yer verildi. Fahri Öztoprak imzalı haberde kukla Kadırov'la ve danışmanı Amruddin Edilgiriyev ile yapılan röportajlara yer verilirken, Ramzan Kadırov'un babası vatan hain ve mürted Ahmed Kadırov'dan ise Çeçenya'nın I.Devlet Başkanı olarak söz edildi.

Haberde Çeçenya'da halen devam eden savaştan söz edilmezken, savaşın geçmişte kaldığına vurgu yapıldı. Habere göre kukla Kadırov Türkiye'ye gelmeyi arzuluyor ancak Türkiye'deki bir grubun muhalefeti nedeniyle bu amacına ulaşamıyor.

Müslümanlıktan dem vurarak insanların inançlarını sömüren bir zihniyetin ürünü olan Zaman Gazetesi'nde yıllardır Çeçenya'da devam eden savaş, soykırım ve savaş suçları hakkında bir haber yer almazken, geçtiğimiz günlerde Çeçenya'da açılan bir camiinin bahane edilerek Rusya'nın propogandasına dörtte bir sayfa ayrıldığını görmek manidar.

Üstüne üstlük yirmiden fazla ülkenin ve yüzlerce uluslararası gözlemcinin izleyerek tam not verdiği 27 Ekim 1991 tarihinde Çeçenya'da yapılan meşru Devlet Başkanlığı ve Parlamento seçimlerini görmezden gelerek eski Çeçenya müftüsü vatan hain Ahmed Kadırov'un Çeçenya'nın I.Devlet Başkanı olarak lanse edilmesi kabul edilemez. Haberi hazırlayan ve servise sunanlar farkına varmasalarda tarih Rusların yalanlar için ödediği ücretlere binaen yeniden yazılamaz!

Kavkaz Center ajansı olarak, Zaman Gazetesi'nin Rusya'daki okullarının kapatılmaması için Rus yönetimine şirin görünme çabalarına bir son vermesini, eğer gazetecilik yapacaklarsa gerçekleri yazmalarını tavsiye ediyor Fahri Öztoprak imzalı gerçek dışı haberden ötürü kendilerini bir kez daha kınıyoruz.

cihaderi.net

Örtülü Gerçek (tanıtım)


Redacted (Örtülü Gerçek) adlı film, savaş ve kriz noktalarından gelen haberlerin Amerikan medyasında kırpılarak ve değiştirilerek aktarılmasını ele alıyor. 68 yaşındaki yönetmen Bryan De Palma’nın en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilen film, içerik, düşünce, şekil, yapım ve finans olarak müthiş bir eleştirel duruşu temsil ediyor.

Film, yaygın film çekme şekillerine karşı içerdiği meydan okuma ve geleneksel Amerikan sinemasının yüzdüğü suların çok ötesinde yüzmesi nedeniyle Amerikan sinemasında devrim yaratan bir film olarak görülmekte. De Palema’nın filmi diğer Amerikan filmlerindeki gibi Amerikalıların ıztırapları ve çektikleri acılar üzerinden Irak sorununu ele almıyor; tersine Iraklıların, Amerikan askerlerinin yaptıkları yüzünden çektikleri acıları doğrudan ele alarak, askerlerin tarihi ve kültürü hakkında hiçbir şey bilmediği bir coğrafya hakkında yaptıkları çirkinlikleri ve işledikleri skandalları konu ediniyor.

Palema, bu filmiyle Batılı seyircilere ulaşmamış ya da Batılı medya tarafından bir şekilde sümen altı edilmiş görüntüleri bir araya getiriyor. Yönetmen filmde çok yaratıcı bir yönteme başvurarak büyük kameralar yerine kendisine hareket serbestisi sağlayan ve özgürce hareket edebilmesine olanak veren küçük kamera kullanmayı tercih etmiş. Yönetmenin ifadesine göre bu yöntem sayesinde yönetmenin, yaşanan olayları belgesel diliyle yeniden canlandırması ve böylelikle daha gerçekçi bir görüntü yakalaması daha kolay olmuş. Yönetmen bu gerçekçiliği yakalayabilmek için olayların geçtiği Irak’a çok benzeyen Ürdün’ü tercih etmiş. Filmde askerlerin aileleriyle internet üzerinden sözlü ve görüntülü olarak konuşmalarına da yer verilirken Amerikan ordusuna bağlı karargâhlarda kullanılan görüntülerin yanı sıra Amerikan ordusuna eşlik eden iliştirilmiş gazetecilerin kameralarındaki görüntüler de kullanılmış.

Filmi önemli kılan bir başka husus ise olayların Iraklıların gözünden nasıl göründüğünün seyircilere aktarılması için Irak televizyonlarının görüntüleri, direniş gruplarının internet sitelerinde yaptıkları operasyonları göstermek için kullandıkları görüntülerin yanı sıra rehin alma ve idam etme eylemlerinin görüntülerini de kullanmış olması.

Bütün bu görüntüleri birleştirerek de Palema, aslında Amerikan askerlerinin hareket eden her şeye karşı duydukları öfke, kin ve saldırganlığı ortaya koymaya çalışıyor.

Film, Samarra’daki Amerikalı askerler üzerinde yoğunlaşarak onların oyunlarını, eğlencelerini ve boş yere insanları nasıl öldürdüklerini, hissettikleri korkuları kumar yoluyla nasıl bastırmaya çalıştıklarını anlatıyor. Böylece yönetmen, seyirciyi Iraklı genç kız Ubeyr el-Cenabi’ye tecavüz görüntüleriyle baş başa bırakırken Amerikan askerlerinin nasıl bir zihniyetle bunları yapabilmiş olacağını aktarıyor. Kamera, askerlerin Cenabi’ye tecavüz ettikten sonra aile bireylerini nasıl öldürdüklerini, ardından Cenabi’nin kafasına tabancayı dayayarak onu katletmelerinin ardından cesedini nasıl yaktıklarını ustalıkla görüntülüyor.

Yönetmen filmini; arka planda çalan hüzünlü bir müzik eşliğinde çocuklara, yaşlı insanlara ve yetişkin erkek ya da kadınlara ait yanmış cesetler, oyulmuş gözler, kesilmiş ayaklar, kopmuş parmakların yer aldığı fotoğraflarla bitiriyor.

Film herhangi başka bir belgesel filmden daha etkili, çünkü Irak’ta olan bitenlere ilişkin gerçeklerin yoğun olarak yer aldığı olaylar gerçekçi bir dille aktarılıyor. ABD’de vizyona girmeden önce sansüre takılmış olan filmin dağıtımını yapan şirket ise filmin sonunda yer alan fotoğraflarda görünen Iraklıların cesetlerinin yüzlerinin karartılmasında ısrar etmiş. Şirket cesetlerin yakınlarının resimlerin kullanılması konusunda yazılı onay bulunmamasını gerekçe göstermiş. ABD’deki Fox TV, Irak’ta daha fazla Amerikan askerinin öldürülmesine yol açacağı gerekçesiyle halktan filmi boykot etmesini istemiş.

Hastalara Düzenli Olarak Sahte İlaç



Amerikalı doktorların, yaptıkları konusunda hastalarına karşı dürüst olmadıkları ifade edildi.

ABD'deki tıbbi kuruluş American Medical Association, bu tür ilaçların hastaların bilgisi dahilinde verilmesini tavsiye ediyor.

Araştırmayı yapan ekipten Franklin G. Miller, bu bulgunun çok rahatsız edidi olduğunu ifade etti. ABD Milli Sağlık Kurumları (NIH) etik programı yöneticisi olan Miller, "Burada aldatma unsurları var. Bu, hastaların bilgilendirilmesi prensibine zıttır" dedi.

Araştırma sonuçları İngiltere'deki tıp dergisi BMJ'nin internet sitesinde yayımlandı.

Plasebolar, tıbbi araştırmalarda kullanılan, hastaların tedavisine bir faydası olmayan ilaçlardır.

Bu ilaçlar, hastada tedavi oldukları duygusuna yol açıyor ve bu şekilde hastaların kendilerini daha iyi hissedecekleri öngörülüyor.

Plaseboların etkileri üzerinde araştırmalar yapan Hull üniversitesi profesörü Irving Kirsch, "Doktorlar, hastalara yardımcı olabilmek için büyük baskı altında olabilirler. Fakat bu uygun bir yol değildir" ifadesinde bulundu.

NIH tarafından yapılan araştırmaya göre Amerikalı doktorların yüzde 62'si plasebo kullanımının etik olduğu kanaatinde. Doktorların yarısı da bu ilaçları hastalara verdiğini ifade etti.

Bu kapsamda hastalara ağrıkesiciler, vitaminler, antibiyotikler, sakinleştiriciler ve şeker hapları da verildiği belirlendi.

İngiltere, Danimarka ve İsve
ç'teki araştırmalarda da benzer sonuçlar elde edildi. Araştırmada, doktorların "hiçbir şey yapmamaktansa bir şeyler yapmış olmanın daha iyi olacağı" kanaatiyle bu yola başvurdukları ifade edildi.

Bazı doktorlar, plaseboların sadece uykusuzluk, depresyon, yüksek kan basıncı gibi belli rahatsızlıklarda kullanılmasının müsbet neticeler vereceği kanatinde.