Avusturya asıllı Müslüman düşünür Muhammed Esed'in siyonist lider Weizmann ile diyaloğu.
O günler, sıradan bir Avrupalı, Araplar hakkında ne bilebilirdi ki? Pratik anlamda hemen hiç bir şey. Bir takım romantik ve yanıltıcı kanaatlerle Yakın Doğu'ya gelen Avpalı; eğer kafaca dürüst ve iyi niyetliyse çok geçmeden, Araplar hakkında hemen hiç bir şey bilmediğini kabul etmek zorunda kalırdı çoğu zaman. Ben de böyleydim işte; Filistin'e gelmeden önce burasını bir Arap ülkesi olarak hiç düşünmemiştim. Şüphesiz, bölgede "bazı" Arap topluluklarının da yaşadığını az çok kestiriyordum, ama onları. çöl çadırlarında yaşayan göçebeler ve basit, ilkel vaha sakinleri olarak tasarlıyordum hep. Çünkü, ilk zamanlar, Filistin hakkında okuduklarımın çoğu Siyonistler tarafından yazılmış kitaplardı; ve Siyonistler de, doğal olarak, kendi renkleriyle boyuyorlardı tabloyu. Şehir ve kasabaların Araplarla dolup taştığını, ve söz gelimi 1922'de Filistin'de her bir Yahudiye karşılık beş Arapın yaşadığını ve bu son derece belirgin nüfus farkından kalkarak, buranın bir Yahudi memleketi olmaktan çok bir Arap memleketi olduğunu nereden bilebilirdim?
Bu durumu, o günlerde karşılaştığım Siyonist Hareket Komitesi başkanı Mr. Ussyshkin'e belirttiğim zaman gördüm ki, Siyonistlerin Arap nüfus üstünlüğünü hesaba katmaya niyetleri yoktu pek; onların gözünde, Arapların Siyonizme karşı gösterdikleri tepki de öyle gerçek bir önem taşımıyordu. Mr. Ussyyshkin'in cevabı, Araplara karşı beslenen Siyonist küçümseme ve horgörüyü dile getiriyordu yalnızca:
"Burada gerçek bir Arap direniş hareketi yok karşımızda; yani tabandan gelen bir hareket. Direniş adına bütün gördüğünüz, gerçekte bir avuç öfkeli kışkırtıcının bastığı yaygaradan başka bir şey değil; bu da bir kaç ay, bilemediniz bir kaç yıl içinde kendiliğinden çözülüp gidecektir."
Bu iddia benim için doyurucu olmaktan uzaktı şüphesiz. Yahudilerin Filistin'e yerleşme düşüncesi, daha başından yapay, zorlama bir ülkü olarak görünüyordu bana; ve işin daha da kötü yanı, bu düşüncenin, Avrupa hayat tarzına özgü bütün o çapraşık yöntemlerin, çözümsüz sorunların, onlar olmadan daha mutlu, daha barış içinde hayatını sürdürebilen bir ülkeye bulaştırılması tehlikesini de beraberinde getiriyor olmasıydı. Yahudiler buraya, yurduna dönen kimseler gibi gelmiyorlardı; ülkeyi Avrupalı modellere uygun, Batılı amaçlara göre tasarlanmış bir yurt haline getirmek niyetini güdüyorlardı daha çok. Sözün kısası, evin içindeki yabancılar durumundaydılar. Ve bunun için de, Arapların kendi yurtlarının göbeğinde bir Yahudi yurdunun oluşturulması fikrine karşı kesin bir direniş göstermelerinde herhangi bir haksızlık yoktu bence; tersine, görüyordum ki, haksızlığa uğratılan, zora koşulan taraf Araplardı ve bu haksızlığa karşı meşru bir savunma eylemi içinde bulunuyorlardı.
Yahudilere Filistin'de "ulusal bir yurt" vaaden 1917 Balfour Deklarasyonunda, sömürgeci güçlerin hepsi için geçerli o eski "böl ve yönet" ilkesini pervasızca yürürlüğe koymayı amaçlayan politik bir manevranın kaba yansımasını görüyordum. Bu ilke, tıpkı 1916'da İngilizlerin, zamanın Mekke Emin Şerif Hüseyin'e, Türklere karşı destek sağlamasına karşılık olarak, Akdeniz'le Fars Körfezi arasında kalan topraklar üzerinde bağımsız bir Arap devleti vaadetmelerinde olduğu gibi, Filistin meselesinde de çirkin bir biçimde apaçık ortadaydı. İngilizler, sadece bir yıl sonra, Fransızlarla, Suriye ve Lübnan üzerinde bir Fransız dominyonu oluşturmak üzere, gizli Sykes-Picot Anlaşmasını yaparak bu sözlerinden dönmekle kalmamışlar, dolaylı olarak, Filistin'i de, Araplara karşı kabul ettikleri yükümlülüklerin dışında tutmaktan çekinmemişlerdi.
Kendim de Yahudi kökenli olmama rağmen, Siyonizme karşı başından beri güçlü bir muhalefet beslemişimdir içimde. Araplardan yana beslediğim kişisel sempati bir yana, büyük yabancı güçler tarafından desteklenen Yahudi göçmenlerin, ülkede nüfus çoğunluğunu sağlamak yolundaki niyetlerini hiç de saklamadan, bu ülkeye doluşup, çok eski çağlardan beri ülkenin gerçek sahibi durumundaki insanları saf dışı bırakmak istemelerini kesin olarak ahlak dışı buluyordum. Ve sonuç olarak, ne zaman Arap-Yahudi sorunu gündeme gelse -ki bu şüphesiz sık sık oluyordu- ben Arapların yanında hissediyordum kendimi. Bu tutumum, o günlerde karşılaştığım Yahudilerin, pratik olarak kavrayabilecekleri bir şey olmaktan uzaktı şüphesiz. Onların, Orta Afrika'daki Avrupalı sömürgecileri hiç de aratmayan bir anlayışla, ilkel bir topluluk olarak gördükleri Araplarda benim ne bulduğumu anlamalarına imkan yoktu. Arapların ne düşündüğü onları hiç mi hiç ilgilendirmiyordu; Arapça öğrenmek isteyen bir tek yahudi bile yoktu içlerinde; Filistin'in Yahudilerin yasal mirası olduğu sloganı, herkesin tartışmasız kabul ettiği tek yasa, tek nas durumundaydı.
Siyonist hareketin karşı gelinmez lideri Dr. Chaim Weizmann'la bu konuda yaptığım kısa tartışmayı hala hatırlarım. Filistin'e yaptığı mûtad ziyaretlerinden birinde, (sanırım daimi yerleşim yeri Londra'daydı) bir Yahudi arkadaşımın evinde karşılaştım onunla. İnsanın, uzun ve gergin adımlarla odayı arşınlayan bu adamın bedeni hareketlerinde kendini açığa. vuran sınırsız enerjiden, geniş alnında ve keskin, içe işleyen bakışlarında yansıyan zekanın etkisinden kendini kurtarması kolay değildi.
"Ulusal Yurt" düşünü bulandıran parasal zorluklardan ve dışarıdaki insanların bu düşe gösterdikleri ilginin yetersizliğinden yakınıyordu; üzülerek gördüm ki, diğer pek çok Siyonist gibi o da Filistin'de olup biten her şeyin sorumluluğunu "dış dünya"ya yüklemek eğilimindeydi. Bu durum beni, orada bulunan öteki insanların onu dinlerken gömüldükleri saygılı sessizliği bozarak, "Peki, ya Araplar ne olacak?" diye sormak zorunda bıraktı.
Tartışmasız sürüp giden konuşmayı bu çatlak nağmeyle yaralayarak büyük bir "gaf" yapmış olmalıydım ki, Dr. Weizmann yavaşça bana doğru döndü elindeki fincanı sehpaya bırakarak şaşkınlıkla soruyu tekrarladı. "Araplar ne mi olacak...?"
"Tabii, her şeye rağmen bu ülkede yine de çoğunluk durumunda olan Araplar değil mi?- Onların açık ve kesin muhalefeti karşısında Filistin'i kendi vatanımız haline getirmeyi nasıl umabilirsiniz?"
Siyonist lider omuz silkerek kuru ve alaycı bir tavırla:
"Bir kaç yıla kadar, umuyoruz ki, çoğunluk filan kalmayacak onlar için."
"Olabilir belki yıllardır bu sorunla uğraştığınıza göre durumu benden daha iyi biliyor olmalısınız. Hadi diyelim ki, Arap mukavemetinin yolunuza koyduğu engeller aşılabilir türden engeller; peki, ya sorunun ahlaki yanı? bu sizi hiç kaygılandırmıyor mu? Öteden beri bu ülkede yaşayan insanları yerlerinden etmenin, sizin adınıza büyük bir haksızlık olacağını hiç düşünmüyor musunuz?"
"Fakat burası bizim memleketimiz," diye cevap verdi Dr. Weizmann, kaşlarını kaldırarak, "biz sadece elimizden haksızca alınan bir şeyi geri almaya çalışıyoruz, hepsi bu. "
"Ama nerdeyse iki bin yıldır Filistin'den uzakta yaşıyorsunuz! Üstelik iki bin yıl önce, bu ülkede hükmettiğiniz günleri toplasan -ki bunun da bütün Filistin'i kapsadığı su götürür- beş yüzyılı bile bulmaz. Bu duruma bakılırsa, Arapların da İspanya üzerinde pekâla hak iddia edebileceklerini düşünmek gerekir. Çünkü, ne de olsa onlar İspanya'da sizden daha fazla kaldılar, nerdeyse yedi yüzyıl.. ve daha da önemlisi, onlar o ülkeyi kaybedeli pek fazla zaman da geçmedi, topu topu beş yüzyıl... "
Dr. Weizmann, gizleyemediği bir sabırsızlıkla: "Saçma saçma. Araplar İspanya'yı ancak fetih yoluyla ele geçirmişlerdi; İspanya hiç bir zaman onların ana vatanı olmadı bunun için de, eninde sonunda bir gün İspanyollar tarafından kovulmaları mukadderdi.
"Bağışlayın ama," dedim, "bana öyle geliyor ki, burada büyük bir tarihi gerçek gözden kaçırılıyor; öyle ya. unutmayalım, İbraniler de Filistin'e fatihler olarak girdiler. Onlardan önce, Semitik, non-Semitik, pek çok başka yerleşik kabileler vardı burada -Amoritler, Edomitler, Ferisiler, Moabitler, Hititler, ve daha başkaları. Bütün bu kabileler, İsrail ve Yahudi krallıkları zamanında bile bu ülkede yaşamaya devam ettiler. Romalılar bizim Yahudi cetlerimizi buralardan sürüp çıkardıkları zaman bile onlar bu ülkede kaldılar. Bugün de işte yine burada yaşıyorlar. Yedinci yüzyılda Arap fetihlerini izleyerek Suriye ve Filistin'e gelip yerleşen Araplar her zaman nüfusun küçük bir azınlığını oluşturuyorlardı; bugün bizim Suriyeli ve Filistinli 'Araplar' olarak tanıdığımız halk, aslında bu ülkenin Araplaşmış eski sakinlerinden başka kimseler değil.
Onlardan bir kısmı zaman içinde Müslüman oldu, bir kısmı da Hıristiyan olarak kaldı; Müslüman olanlar, ister istemez Arabistandan gelen dindaşlarıyla evlendiiler. Fakat, Filistin'de yaşayan ve Müslüman olsun, Hıristiyan olsun Arapça konuşan bu halk yığınlarının ülkenin gerçek sahiplerinin soyundan, yani daha İbraniler Filistin'e gelmeden önce yüzyıllardır bu ülkede yaşayan kadim halkların soyundan geldiklerini inkâr edebilir misiniz?"
Dr. Weizmann, benim bu beklenmedik çıkışıma karşılık nezaketle gülümsedi ve konuyu değiştirdi.
Müdahalemin sonucundan hiç de memnun değildim. Şüphesiz orada bulunanların hiç birinden -en azından bizzat Dr. Weizmann'dan- benim Siyonist düşüncenin moral alanda alabildiğine kolay yıkılır bir yapı olduğu yolundaki kanaatlerimi olumlamalarını beklemiyordum; ama yine de Araplardan yana konuşurken, en azından bunun Siyonist liderler katında belli bir rahatsızlık uyandıracağını umuyordum; öyle bir rahatsızlık ki, kendi kanaatlerini daha derinden irdelemek yönünde uyarıcı olabilecek ve böylece, belki de, Arap mukavemet hareketinin temelinde yatan ahlaki haklılığı tanımaya daha yakın bir çizgiye getirecek onları.... Ama bu umduklarımın hiçbiri gerçekleşmedi. Tersine, bön bakışlardan örülü bir duvar karşısında buldum kendimi; Yahudilerin cetlerinin toprağı üzerindeki tartışılmaz haklarını tartışmaya sokmaya yeltenen pervasızlığım, yakıcı bir hoşnutsuzluktan başka bir tepki uyandırmamıştı.
Yahudiler gibi büyük bir zekayla, beceriyle donanmış bir halk, nasıl olu da Siyonist-Arap çatışmasını yalnızca Yahudi bakış açısından değerlendirebilir, bunu anlayamıyordum? Filistin'deki Yahudiler sorununun uzun vadede ancak Araplarla kurulacak dostça ilişkiler içinde, Arap-Yahudi işbirliği fikri çevresinde çözümlenebileceğini anlamıyorlar mıydı? İzledikleri politikanın vaadettiği vahim geleceği, trajik kavgaları, geçici başarıların ötesinde, uzun vadede Arap denizinin ortasındaki bu Yahudi adacığının sonsuza kadar hedef olacağı kin ve nefreti, sonu gelmez acıları göremeyecek kadar kör müydüler?
Ne garip bir olguydu, uzun ve acılı sürgün hayatını sürdürürken öylesine büyük haksızlılara uğrayan bir halk, şimdi kendi tek boyutlu amacı uğruna, başka bir halka, üstelik Yahudilerin geçmişte çektiği acılardan hiç bir şekilde sorumlu olmayan mazlum bir halka karşı korkunç bir haksızlık işlemeye bütünüyle hazır görünüyordu. Tarih boyunca böyle bir olguya rastlanmamıştır sanırım; böyle bir haksızlığın düpedüz gözlerimin önünde sahneye konması son derece üzücüydü benim için.
Kaynak: Mekke'ye Giden Yol shf 123-129, İnsan yayınları
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder